TOPRAK




Rüzgârın uğultusu, yığma taş evin dört bir yanında yankılanıyor; salonda gürül gürül yanan kuzineden yükselen çıtırtı sesine karışarak etkisini yitiriyordu. Ateşin varlığı, evi kuşatan soğuk rüzgârın taşıdığı kasvet tohumlarının aciz bedenlerde filizlenmesini engelliyordu. Salondaki pencerelerin camları buğuyla kaplanmıştı. Gün ışığı, göğü sarıp sarmalayan fırtına bulutlarının arasından sızabildiği kadarıyla yeryüzünü aydınlatıyordu. Yakında gücünü yitirip yerini karanlığa teslim edeceği açıkça belliydi. 

" Beter fırtına var. " dedi Gazanfer, bir yandan da beyaz gömleğinin manşetiyle pencere camındaki buğuyu temizliyordu. Sözlerine karşılık salondaki divanda oturan iki kız kardeşi de zayıf bir şekilde kafalarını salladı. Gazanfer ise bunu pek umursamamaya çalışarak, gömlek cebinden çıkarmış olduğu sigarayı tutuşturarak derin bir nefes çekip üfledi. Buğusu temizlenmiş cam yüzeye çarpan duman yavaşça rutubetli tavana doğru yükseldi. Gazanfer, dışarıda herhangi bir canlı görme umuduyla pencere önündeki divana dizini yasladıktan sonra dışarıya baktı, 

Kar toprağın yerini almış; her taraf beyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Kiler örümceğinin bacaklarına benzer dallara sahip olan fındık ocaklarını bile sarıp sarmalamıştı. Bu ince dalların üzerinde bir kuzgun göze çarpıyordu. Ruhsuz gözlerle çevresinde bir kıpırtı arayan kuzgun, birkaç saniye boyunca etrafına baktıktan sonra, kuvvetlice esen rüzgârdan dolayı çatıdan ürken karı fark ederek havaya yükseldi. Ve kara göğün ardında yitip gitti. 

Gazanfer, elindeki sigarasından son bir nefes daha çektikten sonra izmariti kuzinenin üzerine doğru fiske vurdu. Ve karıncalanıp uyuşan dizini açmak için salonda volta atmaya başladı. Neredeyse günlerdir aynı rutine bağlı kalmaktan sıkılmış; arada bir artıp azalan rüzgârın dışında bir ses duymaya hasret kalmıştı. İlk geldiği günlerde, ağır yaralanan babasını ziyaret etmek için gelen köylüler; günler ilerledikçe bir bir eksilmiş; fırtınanın etkisini arttırmasıyla da gelmez olmuşlardı. Belli ki bu fırtınada kuzgun dışında bir canlı görmek nasibinde yoktu.


 Aslında evde üç kız kardeşi ve bir de ölüm döşeğinde yatan babası vardı. Fakat kardeşleriyle sohbet etmek bir yana dursun göz teması bile kuramıyordu. Zira kız kardeşleri babalarının Azrail ile giriştiği bu mücadeleden galip gelebilmesi için dua edip duruyorlardı. Ancak Gazanfer, ilk geldiği zaman babasının belindeki yarayı görmüş ve o an anlamıştı; savaşı kaybedenin babası olduğunu. Yine de direnmeyi başarmıştı babası, bundan yaklaşık bir hafta önce, atıyla Değirmen deresindeki sığ yerden geçerken atından düşmüş ve ağır bir yara alarak baygın bir şekilde dere kenarında kalmıştı. Safça olan kardeşi Hatice ise eve yalnız başına topallayarak gelen atı görür görmez sanki olanları hemen öngörmüşçesine köylülerden yardım istemeye gitmişti. Normalde kışın hantal bir şekilde uykuda olan köylüler ise bu tuhaf olayı duyar duymaz meraklanarak kendilerini dışarı atmış; atın karda bıraktığı izleri takip ederek derenin sığ kısmına ulaşmışlardı. Su kenarında bilinçsiz bir şekilde yatan babasını sırtlanarak evine getirip yatağına yatırmışlardı. Ancak o günden beri hekim bulamamışlardı; onun yerine Kirazlı köyündeki Ebe Gülizar'ı çağırabilmişlerdi. O da gelip yarayı gördüğü zaman umutsuzluğa kapılmış; çaresizce kafasını sağa sola sallayarak, 

"Allah'tan ümit kesilmez." demekle yetinmişti.


Babası günlerdir acı içinde inleyip duruyordu. Neyse ki bugün durulmuş, sakinleşmişti. Bu sakinleşme ise kız kardeşlerinin yüreklerine büyük bir ağırlık çökmesine sebep olmuş; sessizce kıpırdanan dudaklarındaki hararet artmıştı. Dualar peşi sıra sessizce okunuyor, iri tespih taneleri birbiri ardına çekilip nöbetleşe secdeye yatılıyordu. 

Tam bu düşünceler silsilesi içerisindeyken, salonun ahşap kapısı gıcırdama sesiyle ardına dek açıldı. İçeriye bir hışım[1]la giren Hatice, her zamanki aceleci hareketlerle elindeki ıslak bezi kuzinenin üzerindeki çıkıntıya astı. Etrafı saran sigara dumanını iki eliyle bertaraf etmeye çalışarak,

" Abi, bi Mıhtara gitsen nasıl olur? Belki cenik[2]ten haber gelmiştir, belki de hekim..." 

" Yok, öyle olsa Mıhtar kar kış demez hemencecik gelirdi. Ama bi haber yok, demek ki." dedi Gazanfer, emin bir şekilde. Hatice ise derin bir üzüntüyle gözlerini kuzinede yanan odunlara dikmişti. Divanda oturanlar ise evde yükselen seslerden dolayı rahatsız oldukları belirtircesine homurdandılar. Ardından ortam tekrar sessizliğe bürününce fısıltılar alemine geri döndüler. Ancak sessizliğin bozulmasından dolayı içi ferahlayan Gazanfer, bu davranışları görmezden gelerek, kısık bir sesle,

" Babam nasıl? Uyandı mı? Ayamda amma kötü." 

" Yok, uyanmadı. Ancak arada bir sayıklayıp duruyor. Değsem haşimdi uyanır." 

" Aman, ha! Bırak uyusun, bir nebze soluklansın." dedi Gazanfer, dikkatlice. Nitekim ilk geldiği gün babasının acıyla haykırmalarını ve çığlıklarını işitince tüyleri diken diken olmuş; kanı çekilmişti. Neyse ki ertesi gün babasının sesi kısılmış; sürekli hasta yatağının başında dikilen Hatice dışında iniltileri duyan kalmamıştı. Hatice ise küçüklüğündeki saf halinden sıyrılmış gibiydi. Acıyla beraber olgunlaşmış; ailede mantıkla hareket eden tek kişiye dönüşmüştü. Diğer kardeşleri gibi dua ediyordu etmesine ama tembellik etmiyordu. Hem salondaki kuzineyi hem babasının yattığı odadaki minik kuzineyi yakıyor, yemek yapıyor ve eve su taşıyordu. Şimdiyse soğuktan çatlamış, kızarmış ellerini kuzinenin üzerinde tutup ısıtmaya çalışıyordu. Salondaki divanların birinin yayından yüksek bir gıcırdama sesi yükseldi. Gazanfer daha o yöne bakmadan, divandan kalkan kişinin Gülsüm olduğu anlamıştı. Gülsüm ise sanki diz kapağına kadar gelen bir suyun içerisinde adım atmaya çalışır gibi dizlerini büküyor; derin nefesler alarak yürüyordu. Gazanfer bir yandan, Gülsüm'ün fırtınaya rağmen kendisinden önce bu eve nasıl geldiği düşünüyor; bir yandan da Nazmiye'ye doğru bakıyordu. Nazmiye başını Kur'an dan kaldırmamış, istifini bozmamıştı. Gülsüm ise kendisine zor gelen bir eylem gerçekleştirmişçesine; kardeşlerinin yanına ulaşır ulaşmaz ahşap sandalyenin üzerine kendini bırakmış ve diz kapaklarını bir süre boyunca ovuşturmuştu. 

Hatice gelen kız kardeşine sevecenlikle baksa da bir karşılık bulamadı. Kız kardeşleri ona pek merhamet göstermezdi. Hatice bu durumun nedenini bir türlü anlayamamış; hep, o anki ruh hallerine bağlamıştı. Ancak hakikat bambaşkaydı. Kız kardeşlerinin çokça derinlere gizlemiş oldukları gerçek, Ebeveynlerin daima Hatice'ye karşı duyduğu ayrıcalıklı sevgiydi. Bundan dolayıdır ki Hatice, Abisi Gazanfer'in dışında pek kabul görmüyordu. 

O sırada kuzinenin minik bölmesinden fırlayan çıtlak[4], Gülsüm'ün çetiğ[5]inin üzerine düştü. Sanki bağ bahçe tutuşmuşçasına panikleyen Gülsüm, göbeğinden dolayı zor bela eğilip ellerini çetiğinin üzerinde gezdirdi. Kısa süreli yaşanan bu panik anını atlatınca ahlayıp oflayarak sandalyesine iyice yaslanıp soluklandı. 

Gün ışığı iyiden iyi yitip gitmiş; adeta bitik bir mumun titrek ışığı misali son kaynaklarını tüketircesine direniyordu. Rüzgâr ise karanlığın yaklaşmasıyla kuvvetlenmiş; uğultu sesi daha net bir şekilde duyulur hale gelmişti. Hatice, dışarıdaki kasvetli gökyüzünü seyrettikten sonra,

" Ayam tamamen kararmadan, Tamdan odun almak lazım. Gece çok soğuk olacak."  dedikten sonra ellerini, iyice hışıra dönmüş ve yırtılmış olan hırkasının ceplerine soktu. Gazanfer ise geldiğinden beri ilk defa yüreğinde yükselen abilik hissiyle yanıp tutuşarak,

" Ben alırım odunu. Sen soluklan." dedikten sonra gömlek cebini yokladı. Ve korkuyla fark etti ki sigara paketi iyice büzüşmüştü. İşaret parmağıyla paketin içerisini didikledikten sonra son iki dalının kaldığının bilincine vardı. Günlerdir bu evde hapis kalmışlardı. Mısır ekmeği ve pancar çorbasının dışında evde yiyecek bir şey kalmamıştı. Gazanfer, ocaklığın dibinde duran boş şeleği alıp salondan çıktı. Babasının yattığı odanın önünden hızla geçip dış kapıya ulaştığında derin bir nefes alıp rahatladı. Dış kapı büyük bir gıcırdama sesiyle açılınca yüzüne vuran soğukla beraber canlandı. Karla kaplı patikayı takip ederek tama indi. 


Tamın kapısı iple bağlanmıştı ve ipin asılı olduğu çivi soğuktan buz tutmuştu. Soğuktan kaskatı hale gelen ipi çividen çıkaran Gazanfer, iyice sönükleşen gün ışığının son demlerinden faydalanarak, yere diz çöküp, kalın kütükleri özenle seçip şeleğin içine atmaya başladı. 

O sırada, ilkin kalçasına ardından ise baldırına sürtünen tekir kedinin farkına vardı. Kedi kardan dolayı iyice ıslanmış; yiyecek umuduyla mırıltılı sesler çıkartıp duruyordu. Kediyi elinin tersiyle itip uzaklaştıran Gazanfer, zihnindeki şüphelerin oluşturduğu kördüğümü çözebilmek için, önce karısıyla yaptığı konuşmaları aklında tekrardan canlandırmaya çalıştı. Babasının yaralandığı haberi yaşadıkları eve yani karısının köyüne gelince, tüm işi gücü ardında bırakıp gelen Gazanfer; beklediğinden daha kötü bir manzarayla karşılaşmıştı. Sanki bu durum karısının içine doğmuşçasına, sürekli şunları tembihleyip durmuştu,

" Ne olursa olsun evi al, Gazanfer. Nolursun artık şu hışır evden kurtar bizi. Ayrıca nasıl rahat ediyon, kaynatanın evinde yaşamaktan? Hem bak üçüncü de yolda, yakında ev iyice kalabalıklaşacak. Hem baban hastalanmışken bu..." 

Gaaaaaak!

Koro halinde yükselen ve öteden dahi işitilen bu ses Gazanfer'in odunları bırakıp tamın kapısına doğru yönelmesine sebep olmuştu. 

Tarlanın ortasında, karla kaplı kaba bir öbek göze çarpıyordu. Bu karla kaplı öbeğin uzantısı olan ve göğe doğru uzanan toynakların üzerine kargalar konmuştu. Karga sürüsü, leşten arsızca didikleyebildikleri parçaları alıp uçuyor; birbirlerinin gagasındaki et parçalarını kapmaya çalışıyorlardı. Köylüler, sertleşip donan topraktan dolayı derin kazamamışlardı anlaşılan. Nitekim esen sert rüzgarlarla öbeğin, toynaklar haricinde, davul gibi şişmiş karnı da açığa çıkmaya başlamıştı. Ve bu açıklığı fark eden iri bir Kuzgun, kargaların sataşmalarını umursamadan, ziyafetin tadını çıkarıyordu. Bu manzaradan içi bunalan Gazanfer ise bir yandan köylülere sayıp söverken bir yandan da çevresinde kargalara fırlatabilecek bir şey aranmaya başladı. Hemen arkasında irice bir budaklı kütük bulan Gazanfer, kütüğü tuttuğu gibi beyaz denizin ortasındaki adacığa doğru tüm kuvvetiyle fırlattı. Öbeğin berisine düşen kütükten dolayı havalanan kargalar ise gaklayarak kaçıştı. O sırada evin içerisinden kardeşlerinin konuşma seslerini işiten Gazanfer bu durumdan işkillenerek, kargaları ardından bırakıp hızla tamın içerisine geri döndü. Odun dolu şeleği kaldırabilmek için yere diz çöken Gazanfer, soluk soluğa şeleği sırtına alıp tamdan dışarı çıktı ve birkaç dakika önce ezdiği karların üzerine basarak eve ulaştı. Ardında kalan tarlaya, daha da ötede uzanan ormana hiç bakmadan, merak dahi etmeden dış kapıyı ardından kapadı. 

Gazanfer, bir hışımla salona daldı. Kuzinenin başında üç kız kardeş duruyordu. Bir süre önce aralarında önemli bir konu konuştukları da yüzlerindeki ifadeden anlaşılıyordu. İyice kuşkulanan Gazanfer ise merakını bastırarak, sırtındaki şeleği ocaklığa bıraktı. O sırada kedi de peşinden gizlice gelmiş; pencerenin dibinde yer alan divanın altına girmişti. 

Gazanfer ağır adımlarla kuzineye yaklaşıp ısınmaya başladı. Diğer üç kız kardeşi ise büyük bir şaşkınlıkla pencereden dışarıyı seyrediyorlardı. Hatice, dayanamayıp ayağa kalkarak,

" Acaba gelen Mıhtar mı?" dedikten sonra ekledi," belki de hekimdir." 

" Bu fırtına da yürüyen şu yalavuz[6] da kim!" dedi Nazmiye, günler sonra ilk defa onun sesini işiten Gazanfer irkilmeden edemedi. Bir anda ortaya çıkan yabancının varlığı ise salondakileri dumura uğratmıştı. Kusursuz beyazlığı yararak ilerleyen karartı, her bir adımında eve doğru yaklaşıyordu. Ve yaklaştıkça gelenin Muhtar olmadığı anlaşıldı. Ancak Hatice dışında hiç kimse gelen kişinin kim olduğunu anlayamadı. O sırada, babalarının hırıltılı sesi  de odadan yükseldi. Acıyla bir şeyler söylemişti ancak kurduğu cümleden bir tek 'su' kelimesi anlaşılıyordu. Hatice normal bir anda babasına gidecek iken şimdi eve iyice yaklaşmış olan kişiyi tanımanın heyecanıyla dış kapıya koştu. Diğer kardeşleri gelen yabancıyı pencereden dikkatle inceliyorlardı. Hatice, babası yaralı bir şekilde eve getirilip yatağa yatırıldığında tüm kardeşlerine haber göndermişti. Hem de hepsine! Dağların ötesinde yaşayan, rahmetli annesi ile kendisi dışında herkesin varlığını unuttuğu küçük kardeşine bile haber göndermişti. Ama bu kar kışta nasıl gelir diye de düşünmeden edememişti. Ancak şimdi dış kapıyı açıp karşısında küçük kardeşi Metin'i görünce havalara sıçrayarak ona sarıldı. Vücuduna temas eden soğukluktan dolayı adeta şok geçirerek geri çekildi ve,

" Cırcıbız[7] olmuşsun! Yanakların morarmış," dediği sırada, kardeşinin meraklı gözlerini üzerinde hissetti ve, " içeri gel, haydi. Donmuşsun sen! Ah, seni ne kadar özledim bir bilsen! Dur, amma ilk babamız seslenmişti ona bakayım." dedikten sonra, babasının odasına giren Hatice, birkaç saniye sonra başını odanın kapısı dışına sarkıtarak, kapıda kazık gibi duran küçük kardeşine gülümseyerek,

" Girsene içeri, haydi!" diyerek bağırdı ve hemen akabinde, sağ elinin dört parmağını ayasına bastırıp çekti. Metin ise sessiz bir şekilde içeriye süzülüp kapıyı kapattı. Salonun kapısının önünde dikilen kardeşlerini görmezden gelerek, direkt olarak babasının hasta odasına girdi. 

Hatice ilk olarak, babasının yattığı odadaki kuzinenin içini kontrol etti ve odunların yanıp köze döndüğünü görünce hızla salona gitti. Salonun kapısından içeriye girdiğinde yüzüne merakla bakan kardeşlerini görmezden gelerek, şeleğin içerisinden üç tane gürgen kütüğü alarak odadan dışarı fırladı. Gazanfer'in arkasından,

" Gerçekten, O mu?" dediği işitti ama cevap vermeden babasının yattığı odaya girip kapıyı kapattı. Kuzinenin kapağını açıp içine ancak iki tane kütük sığdırdıktan sonra kapağı sertçe kapattı. Elinde fazladan kalan kütüğü de köşeye bıraktıktan sonra Metin'e dikkatle inceledi. O sırada Metin ise üzerindeki ıslak paltoyu çıkarmaya çalışıyordu. Hatice, kardeşinin üzerindeki ıslak paltosunu çıkarmasına yardım ettikten sonra paltoyu alıp kuzinenin önündeki ahşap sandalyenin sırtına astı ve hemen ahşap kapının üstüne çakılmış olan çivilerdeki kıyafetleri karıştırarak, babasının paltosunu çıkarıp Metin'e giydirdi. Tüm bu olaylar yaşanırken babası ise yatakta hırıltılı sesler eşliğinde gerçekleşen olayları izliyordu. Eve yeni gelen kişiyi tanımıştı. Acı ile sararıp solmuş olan vücuduna son bir hayat suyu temas etmişçesine rahatlamıştı. 

" Haccak [8]oldu! Ne kadar da büyümüşsün!" dedikten sonra kardeşine tekrardan sarılan Hatice, o anda babasını fark ederek, 

" Baba, bak! Oğlun geldi." dedikten sonra, babasının hemen yanı başındaki iskembi[9]nin üzerindeki su çanağını aldı ama çanakta su kalmadığı fark ederek,

" Ben hemen su doldurup geleyim." dedi ve bir hışımla odadan dışarı çıktı.

 Metin, dışarıdaki soğuk havadan sonra dışkı ve çürük kokusunun ağır bastığı sıcak odaya girince afallamıştı. Babasının durumunun kötü olduğunu söylemişlerdi söylemesine ancak yine de onu bu halde görmeyi beklemiyordu. Babasının gözlerini üzerinde hissedince rahatsız oldu ve pencereye doğru yürüyerek dışarıyı bir süre seyretti. Esen sert rüzgâr, karla kaplı zeminin üzerine yeni düşmüş karları, yaprak misali peşi sıra sürükleyip götürüyordu. Şimdiden kapının önündeki ayak izleri kaybolmaya başlamıştı bile. Yüreğini bir anda kaplayan özlemden dolayı camın ardında uzanan fındık ocaklarına tiksintiyle baktı. O doğanın fırçasından çıkan manzaralara alışıktı. Dağların tepesine dek uzanan dorukların arasında dolaşmaktan keyif alırdı. Buradaki bahçeler gibi insanın maharetinin bedelini ödemek zorunda kalmış olan ağaçları gördükçe içi acıyor; adeta tiksiniyordu

Hatice sertçe kapıyı açıp içeriye girdi ve elindeki su dolu çanağı bardağa boşalttıktan sonra dermansız bir şekilde yatan babasının başını yavaşça kaldırarak birkaç yudum su içirdi. Babası zorla yutkunduktan sonra sertçe öksürünce bardağı iskembiye bırakan Hatice,

" Ne kadar sürdü yolculuğun?" diye sordu. Ancak Metin bakışlarını dışarıda cereyan eden fırtınaya dikmişti. Annesinin sürekli olarak tembihlediği şeyi yani kardeşinin niçin özel bir çocuk olduğunu hatırlayan Hatice, bir anda ayağa kalkarak, dikkatlice Metin'e yaklaşıp omzuna dokundu. Metin irkilircesine arkasını dönünce ona sıkı sıkı sarılıp ağlamaya başladı. 



Gazanfer şimdi öfkeyle salonun içerisinde volta atıp duruyordu. Nazmiye ve Gülsüm ise gözlerini onun üzerine dikmişlerdi. Tartışmalarına ara vermelerine rağmen Gazanfer tekrardan atılmak için can atıyordu. Ve ortamdaki gergin havanın fitilini ateşlercesine lafa girişti,

" Kim gelirse gelsin! Bu ev benim hakkım. Ben bu evin en büyük çocuğuyum! Babam ne vakit çağırdıysa geldim, işini görüp gittim." diye bağırdı. 

" Acaba ne iş gördün de parlayıp duruyorsun!" diye carladı Nazmiye, öfkeyle.

" Tarladaki fıraktı[10]ları kim hazırlayıp çaktı, he!?" 

" Mendebur seni! İki düzine fıraktı çakarak evi üzerine alabileceğini mi sandın?" dedi Nazmiye, cevaben. 

" Ne olacaktı? Sen mi alacaktın? Halihazırda kocalarınızın evi var. Hatçe'de kardeşiniz ne de olsa. Sırayla yanımıza almaktan başka çare yok!" dedi Gazanfer, cebindeki son sigarasından bir duman çekip üfleyerek.

" Peki ya, Metin? O da bu evin varisi." dedi Gülsüm, kuzineye bakarak. Zira yüzündeki utancı ve yüreğinde yükselen vicdan azabını gizlemek istiyordu. Yıllardan beri küçük kardeşinden ne haber almış ne de sorup soruşturmuştu. Kardeşinin yaşadığını ancak eş dost sohbetlerinden öğreniyordu. Annesi öldükten sonra aileden hiç kimse yaylaya gitmemiş; Metin'den haber almamıştı. 

" Onun durumunu biliyorsun." dedi Gazanfer, öfkeli bir sesle. Elindeki sigara bitmek üzereydi. İşaret parmağı yanmasına rağmen son bir acı duman daha çekip üfledi. Ardından ise elindeki izmarite fiske attı. Kuzinenin üzerinde sekip etrafa minik çıtlaklar saçan izmarit ahşap zeminin üzerine düştü. Nazmiye ise tiksinerek yerden aldığı izmariti kuzinenin içine attı.

" Durumu varis olmasına engel değil." dedi Gülsüm, dikkatle.

" Nasıl değil? Ne karısı var ne çocuğu. Hem konuşturma şimdi beni bak! Bilmez misin sen! Bu yalavuz ne duyur ne işitir ne konuşur ne de bağırır; hiçbir vakit sesi çıkmadı. Ormanlarda dolaşıp yabanıl olmuş iyice, görmez misiniz?" dedi Gazanfer, iki elini de havaya kaldırarak. O sırada kuzinede yanan son gürgen odunu da köze dönmüştü. Ve şimdi bir anda cereyan edip dinen tartışma, birazdan kuzineye atılacak odunla tekrardan harlanacaktı.



Metin az da olsa ısınmıştı şimdi. Ancak hala ayak parmaklarını istediği gibi oynatamıyordu. Ablası ona sevgi dolu bakışlar atıp duruyor; ara sırada ağzını kıpırdatıyordu. Babası ise pür dikkat ona bakıyordu. Üzerinde dikilen bakışlardan iyice utanan Metin ise bir an önce ısınıp tekrardan yola çıkmanın hayalini kuruyor; eğer fırtına şiddetini arttırırsa diye de aklındaki rotayı tekrardan hesaplıyordu.

O sırada Hatice yanağına bir öpücük kondurup, Babasını işaret etti. Metin ise kafasını aşağı yukarı salladı. Geldiğinden beri ilk defa iletişim kurmuştu. Hatice, kardeşinin utangaçlığını fark edince gülümsemeden edemedi. Ve babasına son bir kez daha baktıktan sonra kardeşinin rahatça hareket edebilmesi için odadan çıktı.

Şimdi odada baba-oğul yalnız kalmışlardı. Bir zamanlar güçlü kuvvetli olan babası şimdi hasta yatağında savunmasız görünüyordu. Solgun, bitkin ve canhıraş bir durumdaydı. Babasına dikkatlice bakınca fark etti ki; babası Tan vaktini bile göremeyebilirdi. O sırada pencereden dışarıya doğru baktı ve gün ışığının tamamen yitip gittiğini anladı. Artık babasının bedeni bir daha gün ışığını hissedemeyebilirdi. İçinde, bitmeye yüz tutmuş bir mumun titrek ışığı misali bir canlanıp bir sönen vicdanı, tamamen sönüp yitmeden önce harekete geçmeye karar verdi. Sandalyeden kalkarak ıslak paltosunda asılı olan nemli deri heybeyi çözüp çıkardı. Babasının ağır yaralandığının haberini alır almaz ilkin Annesinin mezarına uğramıştı. Ardından ise iki gün sürecek olan zorlu yolculuğuna başlamıştı. Babasının yorgun gözleri şimdi üzerindeydi. Heybeyi dikkatlice kaldırdıktan sonra babasına yanaşarak heybeyi onun tam göğsünün üzerine bıraktı. Zira babası dermansız ellerini göğsünde birleştirmişti. Heybeyi bıraktıktan sonra heybenin bağını dikkatli bir şekilde çözdü. Babası, onun her bir hareketini  dikkatle izlerken, babasının gözlerinin içine bakarak, annesine verdiği sözü yerine getirmek için;

Sağ elini sol omuz başına, sol elini ise sağ omuz başına koyduktan sonra boynunu hafifçe eğdi.

Babası, gözlerini anlamışçasına birkaç kez kırpınca içini bir ürperti sardı. Titreyen ellerini saklamak için panikle arkasına gizledi. Ne yapacağını bilemeden birkaç saniye boyunca ayakta dikilip durdu. Babası sağ elini heybeye daldırınca iyice panikleyerek odadan dışarı çıktı. Ablasına görünmeden, hızla dış kapıya doğru yöneldi ve  kapıyı sertçe açtı. Rüzgâr tüm vücuduna çarparak onu selamladı. Soğuğun bu selamlamasını büyük bir iştahla kabullenen Metin, üzerinden büyük bir yük alınmışçasına rahatlamıştı. Kapıyı kapattıktan sonra hızla geldiği yoldan aşağı inmeye başladı. Üzerinde babasının paltosuyla, ardına bile bakmadan ilerledi. Kardaki izleri neredeyse kaybolmuştu. Zar zor belli olan bu izler, bir vakit sonra tamamen kaybolacaktı; aynı babasının aciz bedeni gibi diye düşündü Metin. Bir süre sonra, evin çatısından bile görünemeyeceği uzaklığa ulaşmış; karın beyazlığı içerisinde yitip gitmişti. 



Hatice, salonda cereyan eden kavganın önüne geçmeye çalıştı ancak adeta harlanıp tutuşan kavganın alevini söndüremedi. Gazanfer bir anda parlayıp duruyor; kız kardeşleri ise iğneleyici cevaplar vermekten geri durmuyorlardı. İyiden iyiye yorulan ve sarf edilen iğneleyici sözlerden dolayı kafası karışan Hatice, şelekten iki gürgen kütüğü alarak salondan ayrıldı ve babasının odasının önüne gelip durdu. Sessiz bir şekilde kapıyı açıp içeriye bakınca, odada yalnızca babasının olduğunu fark ederek donup kaldı. Buna sebep yalnızca kardeşinin ortadan kaybolması değildi; babası adeta bir çocuk gibi titreyerek ağlıyordu. O kadar çaresiz bir şekilde gözyaşı döküyordu ki Hatice gözlerine inanamadı.

Hatice'nin odaya girdiğini fark eden babası ise kızarmış gözlerini dışarıya doğru çevirdi. Gerçi odada kuzinenin ateşi dışında başka bir ışık yoktu; dışarıda cereyan eden fırtına çok da net gözükmüyordu. Ancak rüzgârın uğultusunu rahatça duyuluyordu. Kuzinenin kapağını açıp içerisine salondan getirmiş olduğu kütükleri atan Hatice, bir süre ne yapacağını bilemeden ayakta dineldikten sonra odadan çıkarak babasını odada yalnız bıraktı.



Solgun yanaklarından süzülen gözyaşı damlaları birbiri ardına yastığa düşüyordu. Bunlar acı ve ıstırap içinde kıvranan bedeninin son çırpınışlarıydı artık. Vicdan kuyusundan yükselip taşan azabı bastırmanın bir yolu olmasa da şimdi sağ avucunda tuttuğu toprak onu az da olsa rahatlatmıştı. Salondaki evlatları, bedeninden artakalanları parçalayıp ayıklarken; küçük evladı ona içi toprak dolu heybeyi getirmişti. Karısı yaylada öldüğünde yanında değildi; gömüldüğü esnada da yanında olamamıştı. Uzun zamandır göremediği evladının son hediyesi sayesinde karısına da olan kefaretini ancak şimdi ödeyebilmişti. Damarlarında akan kanın sağladığı son kuvvetle sağ avucunu sıkıca yumruk yaptı. Tek isteği avucunun içerisindeki toprağı yanında götürmekti. Ne de olsa, şimdi tek ganimeti buydu; bir avuç toprak. 




[1] Hışım: acele

[2] Cenik: şehir,sahil kasabası

[3] Feşel: yaramaz

[4] Çıtlak: kıvılcım

[5] Çetik: patik, ayağa geçirilen örgü çorap

[6] Yalavuz: yalnız

[7] Cırcıbız: sırılsıklam

[8] Haccak: güzel,hoş

[9] İskembi: ahşap tabure

[10] Fıraktı: kazık, bahçe çiti


Yorumlar

Popüler Yayınlar