Solmaması için

 






Kara bir duman göğe doğru yükseliyor.
Çalı çırpının tutuşturulmasından doğan ateş sanki devamlılığını sağlayabilmek adına kıvılcımlarını etrafa saçıyordu. Ateşin yanı başında kök salmış olan Doruk ağacının iğne yapraklarından ise peşi sıra damlalar düşüyor; ritmik bir sesin ortaya çıkmasına yol açıyordu.

Cıss.. Cısss. Tıs...
 
Bu ritmi artırmak için midir bilinmez, Ağabeylerin Hüseyin ayağının dibindeki şeleğin içerisinden aldığı ince dalları kırıp ateşe atıyordu. Ve arada sırada, çevrelerini saran sessizliği bozmak adına, tepesindeki alçak dala konan kargalara sövüp sayıyor; belalar okuyordu. Kargalar, bu soğuk ikindi vaktinde yiyecek bulma umuduyla çevrelerinde uçuşuyordu. Rızıklarının peşindelerdi besbelli! Ama bir yandan da huzursuzlanıyorlardı. Sanki anlayabiliyorlar ya da hissedebiliyorlardı; çevrelerini saran sessizliğin nedenini. Evet, belli ki biliyorlardı zira bir türlü çevrelerinden ayrılmıyorlardı. Bu aciz fanilerin çevresini adeta bir sis gibi saran ölüm sessizliği iştahlarını kabartıyordu. 

Zaman bir nehir gibi akıp gitti; bu sesler eşliğinde. Ve zaman akıp gittikçe ateşin başına üşüşenlerin sayısı da arttı. Nitekim rüzgar ıslık çalarak keskin soğuğunu hissettiriyor, birçoğunun burun ve kulaklarının kızarmasına neden oluyordu. Dağ yamacından gelen bu soğuk esinti insanlara tesir ettikten sonra, dalları karla kaplı olan ağaçlara çarparak yoluna devam ediyordu. Yaz aylarında esen rüzgarın ağaç yapraklarına çarparak oluşturduğu hışırtı sesi kulağa ne kadar hoş geliyorsa, kış ayında esen soğuk rüzgarlarda bir o kadar iç ürpertici olabiliyordu. Sanki insanoğlunun zihinlerinde derinlere dek gömüp sakladığı korku ve endişeyi gün yüzüne çıkartıyor; yok olma riskinin her an gerçekleşebileceği hatırlatıyordu.

Güneş tepedeki konumunu kaybetmeye başlamıştı. Ancak yer yer, gün ışığı yoğun bulutların bazılarını yarıp geçiyordu. Muharebeden sağ kurtulup yeryüzüne ulaşmayı başaran ışık huzmeleri; bir yandan sönmeye yüz tutmuş ateşin üzerinde tüten kara dumanı yarıp geçmeye çalışıyor, bir yandan da Doruk ağacının ince dallarını kalabalığın üzerine ilmek ilmek işliyordu. Gölgelerden oluşan bu örüntüyü biri dışında kimse fark etmemişti. Ve fark eden kişi ise oluşan gölgelerin neye benzediği düşündükçe gözlerinden akan yaşa engel olamıyordu. Zira dikey bir şekilde düşen gölgeler tabutun üzerine dizilen kalasların şekline benziyordu. Gözyaşları soğuktan kızarmış yanaklarından aktıktan sonra geriye izler bırakıyordu. Arada sırada başına sardığı keşan bezinin ucuyla yanaklarını temizliyor, meraklı gözlerle ateşin sönmesini bekliyordu. Zira artık ne Ağabeylerin Hüseyin ne de kalabalıktan biri ateşi besliyor; görevini yerine getiren ateşin bir an önce sönüp soğuğa karışmasını diliyorlardı. Birkaç dakika daha geçti. Rüzgarın derinden gelen uğultusu ve kargaların huzursuz gaklamaların dışında bir şey duyulmadı. Ta ki ateş tamamen sönüp tütmeye başlayıncaya dek.  İşte o zaman kalabalığın arasından iki kişi köze doğru yöneldi. Biri köyün en genç heriflerinden biriydi, Gürcü Cemal. Gerçi Gürcü değildi ama zamanında dedesi sık sık Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine gider, kaçak tütün ve alkol alıp gelirdi. Arada bir de mısır unu dolu olan çuvalları alıp satmaya götürür, uzunca bir zamanda geri dönmezdi. Gürcü Cemal, yamalarla bezeli gömleğinin cebinden özenle çıkardığı sarma sigarasını yakıp derince bir nefes çekti. Ağzından yükselen duman, sönmüş ve tütmeye devam eden ateşin cılız dumanına karışarak kayboldu. Önceden rengi beyaz olan gömleğin şimdi griye dönmüştü ve dumanla beraber daha da kararıyormuş gibi gözüküyordu. Gömleğinin cebinden çıkardığı diğer sigarayı da yanında duran arkadaşına verdi. Sönen ateşin yanına gelen bu ikinci kişiyi ahali tanımıyordu. Yukarı köyden gelen bu genç yalnızca para kazanmanın derdindeydi. Ve şimdi elinde tuttuğu kazma ile bunu rahat bir şekilde gerçekleşeceğine de emindi. Zira yanan ateş sönmüş ve buz tutmuş olan toprağı iyice yumuşatmıştı. Kazması kolay olacağa benziyordu. Ne de olsa kazacakları mezar küçücüktü. Topu topu 90 metre uzunluğa, 60-65 cm de genişliğe sahipti. 

Gürcü Cemal, minik mezarın üzerinde tüten közü kürekle başka bir tarafa boşalttıktan sonra arkadaşına başıyla işaret verdi. Ve işaretle beraber kararmış toprağın üzerine ilk kazma darbesi indi.

Gaaaak!
Gaaaaaaaak!

Doruk ağacının dallarında duran kargalar korkuyla kanat çırparak uzaklaştı ve akabinde iki avuç kadar kar yere düştü. Kazmanın iyice derine saplandığını gören ahali ise derin bir nefes alarak gösterilen çabayı sessizce izlemeye devam etti. Bu seyir zevkini, kalabalığın dışında duran iki kişinin dışında, herkes hissediyordu. Ahalinin yüreğinde merak ve heyecan uyandıran bu olay yakın zamanlarda ne görülmüş ne işitilmişti; yaklaşık bir ay önce ölen bir çocuğun mezarının açılması şaşılacak şeydi doğrusu! Hatta öyle ki, zamanında cenik de imamlık yapmış olan ve çevredekilerin saygısını kazanmış olan Hacı Yuşa bile meraklanıp gelmişti. Bu olayın gerçekleşeceğini ilk duyduğu andan beri ortalığı birbirine katan bu adam şimdi sessizce tespihi çekip bekliyordu. Bu öfkeli tepkisinin dinmesinin sebebi ne duyduğu merak ne de heyecan duygusu idi; onun öfkesini durduran tek şey katıksız öfkeden doğan kaba kuvvetti. Ve bu kuvvetin sahibi olan Korucuların Hasan, yani ölen yavrucağın babası idi. Şimdi bu kuvvetin sahibi, kabalıktan uzak bir şekilde sırtını ağaca yaslamış vaziyette sigara tüttürüyordu. Ahali, ona bakmamaya gayret gösteriyor; derin uykusundan uyanmaması için sessizce yerlerinde bekliyorlardı.

Böyle bir anı görebilmek için bu soğuk havada üşenmeden gelen bu insanlar aynı  ahırdaki atlar gibi ayaklarını kaldırıp sallıyor, ağız ve burunlarından buharlar yükseliyordu. Ölümden bile medet umarcasına bekleşiyorlardı. Ve içten içe, itiraf edemeseler de gerçekleşecek bir mucizenin şahitleri olmak istiyorlardı.

Mezarın az ötesinde, ıslak ve çamurlu zemine bağdaş kurup oturmuş olan ve başına sardığı keşan ile sık sık yanaklarını kurulayan kadın ise ölen yavrunun annesi olan Zeyneti idi. Üzerindeki uyumsuz kıyafetlerden, göz torbalarının şişliğinden ve gerçekliğin kıyısından düşmesine ramak kalmış bakışlarından anlaşılacağı üzere evladının acısını atlatamamıştı. Kaç gündür yavrusunu görememenin ve koklayamamanın getirdiği acıdan dolayı çevresine yaymış olduğu kasvet halen hissediliyordu. Bu kasvet vesile olmuştu şimdi ki yaşananlara. İlkin Korucuların Hasan'a yani kocasının yüreğine girmiş ve zihnini pelteye çıkarmıştı. Ardından sis misali çevrelerine yayılmıştı. Sisin içerisinde kalan kişinin yüreğine korkunç bir kasvet çöküyordu. Hiçbir şey kasvetin dağılmasına vesile olmuyordu. Zira kaynağı neredeyse sonsuz bir acıya sebep olan bu kasvet ölümün bir getirisiydi. Şimdi ise isteği gerçekleşiyordu. Gürcü Cemal ve Arkadaşı iyiden iyiye derinlere inmişti. İlkin yavrusunun mezarının üzerinde ateş yakılmıştı. Hissetmiş miydi ki? Ardından kürek darbeleri inmeye başlamıştı. Korkmuş olmalıydı.
Şimdi, iyiden iyiye hissedilen kazma darbelerinden dolayı ağlıyor olmalıydı. Huzursuzca başını sallayan Zeyneti, soğuktan çatlamış olan ellerini başının iki yanına koyarak sallanmaya başlamıştı. Kısık sesle söylenip duruyordu, 

'Bu soğuğun ve yalnızlığın ortasında nasıl bıraktık yavrumu.'

Bu sesin duyulmasının akabinde kazma da kalasa isabet ederek durdu. Ve mezardan ilkin Gürcü Cemal çıktı. Gömleğinin kolları çamur içindeydi. Elleri de isten kapkara olmuştu. Ardından arkadaşı çıktı. Arkadaşı ile beraber sırtlarını kalabalığa dönüp çeşmeye doğru yöneldiler. Arkadaşı alnında oluşan ter damlacıklarını koluyla siliyor; Gürcü Cemal de ellerindeki isi üzerine bulamamak için bir an önce çeşmeye ulaşmaya çalışıyordu. Ahali giden iki kişinin arkasından aval aval bakındı. Ne yapacaklarını şaşırmış durumdalardı. Ve rüzgar kesildiği an önce ön sıradakiler arkaya doğru çekildi; ardından ise Hacı Yuşa dışındaki herkes mezarın başından ayrıldı. Mezardan uzaklaşan bazı kimseler burunları tutuyor, elleriyle ağızlarını kapatıyorlardı. Hacı Yuşa, yüzünde oluşan derin acı ve ayıbı örtmek adına sürekli duaya sığınıyor, arada bir başını kaldırarak gökyüzüne bakıyordu. Mezarın başındaki kalabalığın çevreye dağılmasının ardından, Korucuların Hasan, elindeki -içtiği kaçıncı sigara olduğu bilinmez- sigarayı karlı ve çamurlu zemine atıp yürümeye başladı. Her adımında çıkan ses çevredekilerin heyecanını arttırıyordu. Bir tek kişi dışında! Zeyneti, çaresiz bir şekilde duruyordu. Dostuna destek çıkmak ve onu ısıtmak için yanı başında ona sarılan komşunu Hallerin Emine dışında herkes uzaklaşmıştı şimdi. Çevresindeki insanları ömrü hayatı boyunca umursamayan Korucuların Hasan, yine o kendinden emin adımlarla yürüyüp Hacı Yuşa'nın yanında durdu.

"Abdestlisin, değil mi?" dedi, Hacı Yuşa. Ancak bir nefeslik mesafede duran Korucuların Hasan'ın suratındaki ifadeyi fark edince sustu. Nitekim kendisine bakan kızarmış gözlerin ve üzüntüyü bastırmak için kasılan çene kaslarının farkına varmıştı. Her an ortaya çıkabilecek öfkeyi hissettiği için ellerini tekrardan göğe kaldırarak dua etmeye devam etti. Hasan ise mezardan yükselen ve adeta nefes almasını engelleyen kokuya alışmaya çalıştı. Birkaç saniye geçtikten sonra, ayağının kaymamasını dikkat ederek ve Hacı Yuşa'dan da yardım alarak mezarın içerisine girdi. 

Zeyneti yalnızca dümdüz bir alan görüyordu. Çukurun içini göremiyordu. Ayrıca görmek içinde herhangi bir harekette bulunmamıştı. Çukurun hemen yanı başında dua eden Hacı Yuşa'nın dışında; arada bir düzlükten göğe yükselen elin tuttuğu kalasları görüyordu. Neredeyse 9 kez tekrarlanan bu hareketin her birinde yüreğinden bir parça uçup gitti. Çektiği acıyı hisseden ve onun yerine ağıt yakan Emine dışında hiçbir ses işitilmiyordu. Ta ki Korucuların Hasan kefenle dışarı çıkana dek. 

Bir zamanlar yavrusunu yatağına taşırdı kucağında, sıcacık yatağında rahatça uyusun diye, 
Şimdi ise soğuk havanın içine çıkarmıştı yavrusunu; incecik bir kefenin içinde.
İlk zamanlar yavrusunun ellerini eldivenle örter; beşiğine bağlarlardı zarar görmesin diye;
Şimdi niye böyle sarmış ve yalnız bırakmışlardı ki onu; kapkaranlık bir çukurun içinde.

Geçen zamanın tesirini kucağında taşıyan Korucuların Hasan, acı ve üzüntünün bedenine akmasını engellemek için mezarlığa gelmeden önce içmişti ve şimdi içkinin ona sağladığı kuvvete minnettardı. Hiç aksamadan, kucağında dikkatle taşıdığı yavrusunu karısının birkaç metre uzağına yatırdı. Karısı yani Zeyneti, bayılmak üzereydi. Hala kafasını sağa sola sallıyor; anlamsız birkaç kelimeyi sayıklayıp duruyordu;

" hırkası nerede, kuzine yanmalı, ineği sağmalı, saçları taranmalı..." 

Korucuların Hasan, bir karısına bir de yanında duran Emine'ye baktı. Gerçi Emine, o sırada gözleri kapalı bir şekilde karısına sarılmıştı. Zeyneti, anlamsız birkaç kelimenin ardından yanı başında dikilen kocasına baktı ve zorlukla başını salladı. Gözyaşlarından dolayı iyice bulanık gören Zeyneti, artık nefes alamaz hale gelmişti. Yavrusunu gömeli tam tamına 33 gün olmuştu. Ve yavrusunu kaybettiğinden beri öldüğüne inanamamıştı. Her gece rüyasında sarıldığı yavrusuna sabahleyin veda ediyordu. Şimdiyse ikindi vakti yavrusunu önünde, kararmış kefenin içerisinde yatıyordu. Korucuların Hasan arka cebinden çıkardığı çakısını açtı ve dikkatli bir şekilde kefenin baş kısmını kesti. Açığa çıkan yüzü gördü görmesine ancak hakikati kavraması birkaç saniyesini aldı . O an kalabalık uzaktan nefesini tutmuş seyrediyordu. Çeşmenin başından dönen Gürcü Cemal ve arkadaşı ise ağızlarındaki sigarayı unutmuş vaziyette put gibi duruyorlardı. Birkaç kez hırıltı nefes aldıktan sonra kafasını göğe doğru kaldıran Korucuların Hasan, derin bir nefes almaya çalıştı. Ve birkaç saniye daha yavrusuna baktıktan sonra karısının gözlerinin içine baktı. Zeyneti, kendisine bakan gözlerdeki dehşeti fark etmişti! Nasıl fark etmesindi ki; her gece koynunda yatan bu adama duyduğu sevgiden dolayı hislerini kolaylıkla anlayabiliyordu. Bilirdi ki korkusuzdu kocası. Alkol ve kumar bağımlılığı yüzünden iyice savsaklamasına rağmen insanlar ona takışmaktan korkardı. Onun öfkesinden çok korkusuz olmasından korkarlardı. Ama şimdi, hiçbir şeyden korkmayan kocası; çaresizlik ve dehşet içerisinde ona bakıyordu. Omzuna sarılmış vaziyette ağlayan Emine'den yavaşça uzaklaşan Zeyneti, ayağa kalkmaya çalıştı. Ama uyuşan ayakları yüzünden başaramadı ve dizleri üzerinde, karlı zeminde birkaç metre süründükten sonra kefenin yanı başına oturdu. Ve,

Gün ışığı kayboldu.
Kuşların sesi duyulmaz oldu.
Bulutlar birbiri ardına yitip gitti.
Rüzgarın esintisi ve uğultusu dindi.
Ne bir yaprak düştü gökten ne de bir yağmur damlası,
Geriye tek bir şey dışında, her şey solup gitmeye başlamıştı; 
Bunun içindir ki; Yavrusunun saf yüzünün anısı zihninde solmaması için yumdu gözlerini.
Ve tek bir anı dışında; her şey yok olup gitmişti şimdi.

























 


Yorumlar

Popüler Yayınlar