Çakırlı



 

Karga dağını aşan sis, kızıl ve kestane ağaçlarının bulunduğu ormana yayılıyordu. Gökyüzü kararmış; gün ışığı ise kara bulutların arasında yitip gitmişti. Yağmur yağması an meselesiydi. Rüzgâr, yağmuru karşılarcasına esiyor; ağaçlardan koparttığı yaprakları da peşi sıra götürüyordu. Uçuşan kuru yaprakların bazıları fazla uzaklaşamadan toprağa düşmüştü; bazılarıysa önüne engel çıkana dek uçup gitmişti.

Şimdi bu yaprakların birkaçını ahşap kapının önünde görmek mümkündü. Üzerinde bozuk para büyüklüğünde kararmalar ve girinti çıkıntılar bulunan bu ahşap kapının önünde ise biri dikiliyordu.

Ahşap kapının hemen üstünde küçük bir baca göze çarpıyordu. Bacadan yükselen kara dumanın bir kısmı rüzgârdan dolayı içeriye basıyor; hayat bölmesinin pencere kısmındaki boşluktan dışarıya tekrardan süzülüyordu. Pencere kısmı, hayat bölmesinin bir köşesini boydan boya kaplıyordu. Pencerenin önündeki eşiğe çakılmış olan kalasın üzerine peynir tenekeleri koyulmuş; içlerine ise çilek fideleri dikilmişti. 

 O sırada gökyüzünü boydan boya bölen bir şimşek çaktı. Birkaç saniyenin ardından korkunç bir gök gürültüsü duyuldu. Göğün öfkeli sesini duymayan kalmamıştı. Öyle ki; kapının ötesindeki de işitmiş, istemsizce kapıya doğru yönelmişti. Her bir adımında ahşap yüzeyden yükselen gıcırtı sesi artıyordu. Ta ki ahşap kapının çengeli sökülene dek. Büyük bir gıcırdama sesiyle açılan kapının ardında tıknaz bir yüz belirdi.

Yılların etkisi ile yıpranmış olan bu çehre de birçok zıtlık göze çarpıyordu. Zira, kocaman olan burnun yanı sıra minicik yeşil gözlere sahipti.  Sağ gözü sol gözüne oranla daha büyük görünüyordu. Dudakları sanki varlığını unutmuşçasına incelmiş; düz bir çizgi haline gelmişti. Zayıflıktan dolayı elmacık kemikleri belirginleşmiş; iskele misali öne çıkıntı yapmıştı. Şimdiyse burnunun ucunda duran gözlüğü daha da yukarıya kaldırıp karşısındakini incelerken gözleri daha da kısıldı. Sertçe boğazını temizledikten sonra,

" Hoş geldin, hoş geldin! Bu havada misafir beklemiyordum, doğrusu. Gel içeri!" dedikten sonra arkasına dönen öteki, hayat bölmesinin orta yerine yığılmış ışkınların yanındaki iskemleye doğru yönelip oturdu. Ve sanki hiçbir şey olmamış gibi kaldığı işe yani önündeki -yarısı tamamlanmış- şeleği örmeye devam etti. Beriki ise sessizce içeri girdi.  

Hayat bölmesi, normal bir zamanda pencere bölmesindeki boşluktan süzülen gün ışığı ile aydınlanıyordu ancak şimdi göğün kapalı olmasından dolayı hafiften bir karanlık çökmüştü. Pencerenin yanı başındaki kiraz ağacının gölgesi hayat bölmesinin tam ortasında yer alan kilimin üzerine düşüyordu. Yerde kıpırdanan yaprakların gölgesini pek önemsemeyen Öteki ise tüm dikkatini önündeki şeleğe vermişti. Anlaşılan ışığın ördüğü bu gölgeler ilgisini çekmiyordu. Ahşap kapının hemen yan tarafına kurulmuş olan kuzine ise gürül gürül yanıyordu. Arada sırada kuzinenin minik bölmesinden dışarıya küçük çıtlaklar saçılıyordu. Bu zamana kadar ki saçılan çıtlakar yüzünden kuzinenin altına serilmiş olan naylonda yer yer delikler oluşmuştu. 

Hayat bölmesinin iç duvarını boydan boya kaplayan ahşap bir terek vardı. Zamanla çürümüş ve yer yer likenler boy göstermeye başlamış olan bu Terek raflarında; ahşap saplı girebi, kara lastik ayakkabı, bileme taşı, çelik saplı keser, kibrit, dırmaç, içi rengarenk mandallarla dolu olan yoğurt kovası ve birkaç tane paslı çivi göze çarpıyordu. 

Öteki işine devam ederken bir anda etrafı saran ölüm sessizliğinin farkına vardı. Zamanın ağına yakalanmış bir av misali çaresizce kıpırdandı ve karşısındakinin varlığını o anda fark ederek,

" Ah! Unutmuşum seni. Nasıl oldu da bu kadar erken zaman da gelebildin, şaşırdım doğrusu! İstanbul da değil miydin? Bir de bu havada, “dediği sırada kafasını pencere bölmesine çevirdi; bir süre dışarıya izledikten sonra, “tuhaf. Baban ile görüşeli daha 2 gün olmadı ve bana senin İstanbul'da çalıştığını söylemişti. Tatile geldiği zaman yanıma uğrayabilir mi , diye de sormuştu. Soruya bak! Elbette, uğrayabilir demiştim; bu sorulur mu hiç! Kapım her daim açık.” dedikten sonra, kısık bir sesle ekledi, “Gerçi pek konuşkan biri değilsin gibi, he?”

Ancak karşısındakinden herhangi bir ses işitmedi. Öteki, bu durumu pek umursamadan; günler sonra konuşabileceği birinin olmasından dolayı keyifli bir şekilde,

 "Korucuların Hasan'ın İsa'nın oğlusun, biliyordum geleceğini. Gerçi seni daha önce görmemiştim." dedikten sonra karşısındakini dikkatlice incelemek istedi ancak tek gördüğü şey bulanık bir karartıydı. Bundan dolayıdır ki rutin işine devam etti. Yanındaki ışkın yığınından bir tanesini seçip dizinde hafifçe büktükten sonra bu bükülen kısımları çakısıyla dikkatlice oydu. Ve bu hareketi defalarca tekrarladı. Kendisini işine o kadar kaptırmıştı ki çaydanlıktan taşan suyun kuzineye dökülmesinden dolayı yükselen cızırtı sesini duyduğunda ancak başını işten kaldırabildi. Karşısındaki muğlak suretin kendisine baktığını hissettiği zaman,

" Allah, Allah! Bak aksiliğe! Kusura kalma, iyice dalgınlaştım. Her neyse, sen buraya bir öykü dinlemek için gelmişsin, doğru anlamışım değil mi? Şu Çakırlı'nın öyküsü? " 

Öteki, bu sözleri söyledikten sonra, karşısındakine baktı ancak gördüğü şey bulanıklık karaltının bir anlığına yoğunlaşıp tekrardan soluklaşmasıydı. Fakat bunun üzerine pek kafa yormadı; yoramadı. Ne vakit Beriki’yi düşünmeye kalksa zihninde karmaşa meydana geliyordu. Gerçekliği kavrayamıyor; hakikate ulaşamıyordu. Başka zaman olsa bu durumdan dolayı kendisini oldukça rahatsız hissederdi ama nedense şimdi bunu pek de önemsemiyordu.

" O vakit sana öyküyü anlatayım. Gerçi fazla şey de hatırlamıyorum. Ben o zamanlar daha küçüktüm. Rahmetliyi de sağken hiç görmedim. Yalnızca kefeninin ucundan tuttum." dediği sırada bir yandan da dizinde gevşetip çakıyla oyduğu ışkını şeleğe geçirmeye çalışıyordu. O sırada ise Beriki’nin ‘biliyorum’ dercesine kıpırdandığını; geldiğinden beri ilk defa muğlaklıktan tamamen sıyrılarak belirginleştiğini fark etmedi; edemedi! Zira sergilenen bu çabadan doğan şey aynı zemindeki kilimin üzerinde oluşan gölgeler misali bir an oynaşıp kayboldu.

Elindeki ışkını düzgün bir şekilde şeleğe geçirdikten sonra derin bir nefes alan Öteki, birkaç kez sertçe öksürdükten sonra anlatmaya devam etti, 

" Öksürmeme aldanma sen, iyiyim. Eskiden böyle miydim, sanki! Gençtim, güçlüydüm. İyi de beslenirdim. Tuttuğumu devirirdim, evelallah! Ah, ne hızlı geçti o günler. Olanca yılımı karanlık madenlerde çalışarak harcadım. Zor zamanlardı, zor! Şimdiyse baba mesleğini sürdürüyorum işte. Boş durmaktan iyidir. Emeğimi her daim kuvvetle kazandım ben!” dedi coşkulu bir sesle ancak o anda konudan saptığını fark etti ve sözlerine kaldığı yerden devam edebilmek için,

 “Bakma sen bana, yine eskilere dalıp gittim. Dinleyen birini buldum ya; bitmez bu gevezeliğim benim. Nerede kalmıştık?” dedi ve hırıltılı bir nefes daha aldıktan sonra,

“Ben rahmetliyi hiç görmedim. Ama o vakitler rahmetliyi köyde herkes görmüştü. Zira o Çakırlı köyünden gelen ilk damattı. Gerçi gelmemesi için köy büyükleri ellerinden geleni yaptı. Kızı, babasını ve hatta Çakırlı’lı genci defalarca uyardılar. Yani sen şimdi pek anlayamazsın tabii ama o vakitler..." dedikten sonra, minik gözleriyle pencere bölmesinden dışarıya bakarak,

" o vakitler bu yöredeki insanlar yabanıldı, vahşiydi işte. Bu 'uyarılar' pek de basit şeyler değildi anlayacağın. Köyün dışından gelen birine pek hoş bakılmaz buralarda. Hele ki Çakırlı dan çıkıp geldiyse! Heyhat! O köydekiler ya çapulcuydu ya da hırsız. Bir nevi şimdiki zamanın çingeneleri misali. Nüfusları da hızla değişirdi. Pek hoş karşılanmazlardı anlayacağın. Ancak bir gün, Çakırlı köyünden gelen bu herif, köydeki bir kıza âşık oldu. Kızın da gönlü bu heriften yanaydı. Ve herif, tereddüt dahi etmeden kızı babasından istedi. Köy büyükleri buna engel olmak için daha çok kızın babasına baskı kurmuştu ancak kız da boş durur mu! Babasını tehdit etmişti bir kere. O vakitler kızlar kaçacağım dedi mi, onları evde tutmak mümkün değildi. Baba da ne yapsın, son çare verdi kızını. Bunlar sessizce evlendiler bir köşede." Dedikten sonra, yüksek sesle öksürdü. Kuvvetlice burnunu çekti ve alnında oluşan minik ter damlacıklarını elinin tersiyle sildikten sonra,

" İşte öyle! Kısa bir sürede olsa sakince yaşadılar. Bir gece- net tarihi hatırlamıyorum, yalnızca yıl 1957' idi- evlerindeki salonun penceresine biri yanaştı. Gecenin karanlığında elindeki silahı içeriye doğru doğrultan bu kişi, yemek sofrasında oturan anneyi ve kızı hiç umursamadan tetiği çekti; masadaki tek erkeği yani Çakırlı köyünden gelen herifi tam başından vurdu. Sonrasındaysa karanlığa karıştı. O tek kurşunla ölen Çakırlı ise tam iki gün boyunca, bedeni kefenle örtülü bir şekilde bekletildi. İlkin Jandarma gelip köylüyü sert bir şekilde sorguya çekti ancak köylülerden bir şey duyamadı. Ne bir ipucu ne de bir şüphe; hiçbir söz çıkmadı köyün dışına. Ardından ise Çakırlı köyünde toplananlar cenazelerini almak istedi. İlk gün buna izin verilmedi ama sonradan cesedin kokacağı anlaşıldığındaysa işte o vakit cesedin Çakırlı köyüne gönderilmesine izin verildi. Köy büyükleri bir kamyon ayarlamışlardı; hala hatırlarım o kamyonu! Kırmızı renkli, 1950 model Leyland' idi. Motorunun hırıltılı sesini, daha kahve yanının oradaki dik yamaca ulaşmadan duyup anlardım." dedi ve sessizce gülümsedi. Geçmiş zamanın rüzgarına kapılan zihni bir süre sürüklenip gitti. Onu bu rüzgârdan kurtaran ise çakan şimşeğin ardından yankılanan gök gürültüsü sesiydi. 

"Hayrolsun! Bugün sürekli dalıp gidiyorum. Az kala senin burada olduğunu unutacaktım. Kamyon diyordum değil mi, evet! Leyland, o müthiş sesiyle yamayı tırmanıp geldiğinde kasasının kapağını açtılar ve kefene sarılmış olan cesedi içeriye koydular. Ancak kasada yalnızca bir herif vardı. Köy büyükleri, Çakırlı köyünden yalnızca birinin gelmesine izin vermişlerdi. Bu yüzden beni de - o vakitler yaşım küçük olduğu için izin vermişlerdi- yardım etmek amaçlı göndermişlerdi. Yaklaşık on beş dakika boyunca sallantılı geçen bir yolculuğun ardından köyün mezarlığa ulaşmıştık. Cesetten yükselen kokuyu bugün halen hatırlarım," dediği sırada yüzü adeta çarpılırcasına büzüldü ve elini sağa sola sallayarak, sessizce cümlesini tamamladı " sanki hala alabiliyorum bu kokuyu." 

Beriki, iyiden iyiye soluklaşmıştı şimdi. Kuzineden yükselen kızılımsı ışık bile bu karaltıyı aydınlatamıyordu. İyice soluklaşan bu karaltı sanki anlatılan her bir kelimenin etkisiyle yitip gidiyordu. Kafasını işinden kaldırmayan Öteki ise gerçekleşen değişimi fark etmeden; önündeki şeleğin bitmesi için son bir gayretle işine devam ediyordu. Eline geçen ışkınları peşi sıra dizinde bükülüyor ardından ise çakısıyla çentik atıyordu. Ezberlenen bu hareketi gözü kapalı bile yapabilirdi. Ne de olsa yıllardan beri şelek örüyordu. Öykünün sonunu getirebilmek için gayretle boğazını gürültülü bir şekilde temizleyen Öteki,

" Yeni açılmış olan çukurun başında 10 kişi ya vardı ya yoktu! Ve bir de ben. Evet, çaresizce katılmıştım cenazeye. Kefeni çukura koymadan önce; son bir kez veda etmek için kefenin üzerine eğilen dul eşi, cebinden çıkarmış olduğu çam kozalağını kefenin baş kısmına dikkatlice yerleştirmişti. Bunu neden yaptığına hala akıl erdiremedim ya neyse! Çakırlı’nın cenazesi böyleydi işte; aynı ölümü gibi gömülmesi de bir çırpıda gerçekleşmişti.” 

O sırada, elindeki ışkını şeleğin baş kısmına geçirmeye çalıştı ama başaramadı. Zira sağ kolu birdenbire karıncalandı. Birkaç saniye sonrasındaysa tamamen uyuştu. Aklına bir anda doluşan korkunun seline kapılmamak için panikle dilini ısırdı. Hızla sol elini göğsüne doğru getirerek sertçe ovalarken bir yandan da konuşmak istiyordu ama nafile! Sanki kelimeleri unutmuştu. Birkaç saniye önce başlayıp filizlenen ağrı şimdi kasılmalara meydan veriyordu. Kuvvetli bir şekilde öksürdükten sonra şeleği bırakarak çevresine bakındı. Hayat bölmesinde kendisinden başka kimse yoktu!  Alnından düşen ter damlacıkları sol elinin ayasıyla temizlemeye çalışırken; ansızın tüm kuvvetini yitirerek, iskemleden şeleğe doğru devrildi. Işığın karanlıkla el ele verip ördüğü yaprak desenlerinin üzerinde şimdi kaskatı bir şekilde yatıyordu. Dışarıda yağmur yağmaya başlamıştı; duyabiliyordu! Ancak geçen her bir saniyenin ardından, dışarıdaki yağan yağmurun ritmik sesi derin bir kuyunun içinde yankılanıyormuş gibi gelmeye başladı.

Dup.Dup..Dup…

Adeta yağan yağmurun sesi damalarında akan kanın sesine dönüşmüştü.  Bir süre sonra sesleri işitemez oldu. Ardından ise karanlık her tarafı kuşattı. Korkunun hücum ettiği zihninde ise son birkaç kelime adeta su yüzüne çıkmak istercesine çırpınıyordu;

Ölüm, yaşam, anı, yitmek, ahali, yabanıl... 

Her bir kelime, aynı çevredeki ağaçların yaprakları misali; esen sert bir rüzgâra kapılarak uçup gitti.  Bazı kelimeler gözden uzaklaştı; bir nevi yok olup gitti. Ama bazı kelimeler önlerine çıkan engele takılıp kalmıştı; şimdi, burada.











Işkın: Fındık ağacının henüz olgunlaşmamış, genç haline ışkın denir. Fındık ağacına temli denir ve birden fazla temlinin birleşimine de ocak denir. Bir nevi henüz fındık ağacı olmadan ki hali.

İskemle: Tabure, oturak.

Şelek: Sırt sepeti; sırtta taşınan sepet. Karadeniz yöresinde şelek neredeyse her evde bulunur. Yapımı ise oldukça zahmetlidir; toplanan ışkınlar bir süre (10-14 gün) suyun içerisinde yani derede bekletilir. Daha sonra alınan bu ışkınların kabuklarını soyduktan sonra gevşetme işlemi uygulanır. Ardından çakı ile çentikler oluşturduktan sonra şeleğin iskeleti oluşturulur ve sonraki her ışkın halka şeklinde geçirilerek sepetin oluşması sağlanırdı.

Dırmaç: Dokuma ip. Oldukça dayanıklı olan bu ip genellikle fındık bahçelerinde ya da şeleklerde kullanılıyor. Salıncak yapmak için en ideal iptir kendileri.

Çıtlak: Kıvılcım,ateş parçası.



Yorumlar

Popüler Yayınlar