1967

 



1967.

 

Yağmur damlacıkları birbiri ardına çinko çatıyı dövüyor; ardından ise ritmik bir ses odanın içerisinde yankılanıyordu. Yaklaşık bir saat önce sağanak şeklinde yağan yağmur şimdilerde şiddetini azaltmış, hatta kesilmeye yüz tutmuştu. İki divanın anca sığabildiği küçük odanın hemen yan kısmında kare şeklinde bir pencere vardı. Pencerenin dibine yaslanan divanın hemen karşı tarafında ise ikinci divan durmaktaydı. İkinci divanın ayakucundaki boşluğa ise hurç konmuştu.

Hurcun dikişlerinin olduğu kısımlardan iplikler adeta yabani ot misali dışarı fışkırmış; alt kısımlarında ise farelerin kemirmesinden dolayı pörsümüş ve hurcun içindeki nevresimlerin ucu dışarı sarkmıştı. Odanın tavanı yedi adet kalasın yatay bir şekilde konulmasıyla oluşturulmuştu. Kalasların her birine çivi çakılmıştı ve bu çivilerin çoğunda yırtık poşetler asılıydı. Poşetlerin içi paslanmış çivi, iğne, ip, kibrit, çıra ve öteberi ile doluydu. Orta kısma denk gelen kalasın çivisinde ise gaz lambası asılıydı. Kalasların hemen yukarısında ise küçük bir çocuğun bile ayakta durmakta zorlanacağı yükseklikte bir çatı katı mevcuttu. Zemini kalasların yarattığı boşluklardan dolayı aralıklıydı. Bu zemine gazete kâğıtları serilmiş ve üzerine kekik ve nane yaprakları kurutulmaya bırakılmıştı. Hemen yaprakların yanına da birkaç küçük yayla patatesi iliştirilmişti. Çatının birkaç noktasından içeriye su damlamaktaydı. Çinko çürük olduğundan dolayı kışın zorlu hava koşullarından dolayı yaralar alıyor; birkaç kısımdan adeta bıçak ile açılmışa benzer küçük yarıklara sahip oluyordu. Şimdi ise yağmurdan dolayı sular çatının belirli kısımlarından aşağıya damlıyordu. Bu oluşan yarıkların birinden ise Hakkı’nın uzandığı divanın hemen ayak dibindeki zemine yayılmış olan muşambanın üzerine su damlaları düşüyordu.

Cıp…Cıp…Cıp…

Bu sinir bozucu ses arada artıyor veyahut da azalıyordu. Ancak yine de insanı çileden çıkarmaya yetiyordu. Kalasların hemen üzerinde adeta inekler gibi otlanan tahtakurularının sesi ise bu sinir bozucu ses ile birleşiyor ve ortaya eşsiz bir kakofoni çıkıyordu.  Keşke bir türkü çalsa şimdi, diye düşledi Hakkı. Ağır ve acı yüklü bir türkü onu şu anki bulunduğu küçük odadan çıkarmaya yeterdi. Ancak bir türkü duyulmadığından mı yoksa isteksizlikten mi bilinmez; Hakkı gelişigüzel uzanmaya devam etti. Yattığı yerden tavan arasını görebiliyordu. Ara sıra kadraja girip kaybolan, Büyük Korubeni kelebeğinin ısrarla dışarı çıkmak için gösterdiği mücadeleyi keyifle seyrediyordu. Dışarı çıksa ne olacaktı ki sanki; özgürlüğe kavuştuğu an yağmur ve rüzgarın gazabına uğrayacaktı. Yine de içten içe bir söz verdi Hakkı, eğer kelebek aşağı kata inebilirse onu camdan dışarı atacaktı.

 Odanın duvarlarını oluşturan tuğlaların sıvaları döküldüğünden dolayı dışarıdaki hava içeriye giriyordu. Yağmurdan dolayı hava serinlemişti. Hakkı, sinir bozucu ritmik seslere kulak tıkamaya çalışarak miskin bir şekilde uzanmaya devam etti. Yağmurun dinmesini bekliyor; kalbini hızlandıran arzuya bir an önce ulaşmak istiyordu. Rekabetin ve şansın iç içe geçtiği o küçük masada kart oynadığını ve yüklü bir miktarda para kazandığının düşünü kuruyordu. Neredeyse yirmi dakika boyunca peş peşe el kazandı. Paralar tomar olmuş; iç cebine sığmaz hale gelmişti. Handaki tüm insanların dikkati ona yönelmişti. Tekrardan bir el başlayacağı anda evin dış kapısı büyük bir gıcırdama sesi ile açıldı. Gelen annesi olmalıydı.

“Evde misin, ho! Hakkı…” dedi Anne, gür bir sesle. Yaşından beklenmeyecek bir atiklikle hareket ediyordu. Sesi de yaşını hiç yansıtmıyordu. Ayağındaki ıslak kara lastiği hızlıca çıkardıktan sonra,

“ Yakmamış sobayı, bak hayırsıza!” dedikten sonra sobanın bulunduğu tarafa yöneldi. Çömelerek sobanın kapağını açtı ve sobanın hemen yanında, duvara dayalı bir şekilde duran şeleğin içerisinden ince odunları seçmeye başladı. Ve seçtiği ince dalları elleriyle kırdıktan sonra çaprazlama bir şekilde sobanın içine dizdi. Çaprazlama bir şekilde dizdiği dalların tam ortasına yerleştirmek için çıra aranmaya başladı. Ancak sobanın çevresinde çıra bulamadığı için hızla Hakkı’nın uzandığı odaya girdi.

“ Çıra kalmamış evde. Çıra yapsana oğul. Orman çıra kaynıyor.” Dedikten sonra kalasların birinde asılı duran siyah poşetin içerisinden güzel bir çıra seçti ve Hakkı’nın tarafa hiç bakmadan içeriye yöneldi. Elindeki çırayı kibrit ile tutuşturduktan sonra çaprazlama dizdiği ince odunların tam ortasına yerleştirdi. Ve birkaç saniyede sobanın içerisinde küçük bir ateş oluştu. Köz oluşturmak için birkaç tane daha ince-orta ayarında odun attıktan sonra sobanın kapağını kapattı. Ve her zaman olduğu gibi ezberlenmiş hareketlere başladı. Küçük mutfak tezgahındaki birikmiş kapkacakları alıp dışarıya çıktı. Evin hemen 70 metre ilerisinde akan çeşmeye yöneldi. Sis obayı sarmış; yağmur ise bir önceki hızına göre tembelleşmişti. Yağmur tekrardan çiseye dönmüştü. Çeşme, dağdan gelen su ile besleniyordu. Çeşmenin hemen dibine ise ağaçtan bir su yalağı konmuştu. Su yalağının başına ise birçok mermi isabet etmişti. Anne, buz gibi suya kapkacakları attıktan sonra eliyle temizlemeye girişti. Zira evde deterjan tozu kalmamıştı. Aslında evde adam akıllı hiçbir şey kalmamıştı ya neyse, diye iç geçirdi Anne. Alışıktı ne de olsa. Aynı diğer obadaki komşuları gibi. Evin hemen dibinde yetişen ısırgan otundan yemek yapardı ne de olsa. Ya da merekte duran ineğin sütünü kaynatır içerdi. Bir şekilde hayatta kalırdı. Obanın toprağında çok şey yetişmezdi. Yüksekti ne de olsa buralar. Bulutların üzerinde yaşıyorlardı.. Patates yetişirdi yetişmesine ancak küçücük olurdu. Zaten lahana ve patatesin dışında tohum bulmak da zordu. Patatesi ortadan ikiye böler hemen toprağa ekerdi. Lahana tohumunu ise komşulardan temin ederdi. Az şey yetişirdi işte. Yine de şükür ederdi Allah’a. Rabbinin sağladığı nimete şükrederdi sürekli. Hem de hidayet dilerdi; evladı için. Hakkı için. Küçükken iyi çocuktu, yiğit idi. Obada kimse Hakkı’ya yanaşmaz; sataşmazdı. Kuvvetli kollarıyla bir tuttu mu savururdu adamı. Geniş omuzları vardı aynı babası gibi. Ancak yiğitliğinin yanında eksi yönleri de vardı. Büyüdükçe asabi ve hızlı karar alan bir yapıya büründü. Parayı çarçur etmeyi sever; çevresindekilerin oltasına düşerdi. Kumar lanetine bulaşmasaydı ne iyi olurdu! İçki ve kumarın getirisi yaşamlarından birçok değeri silip süpürmüştü. Alkolün etkisi ile işlemedik suç bırakmamıştı. En son zavallı genç karısı bu şiddetten nasibini almış ve hayatını kaybetmişti. Garibin tekiydi; Emine. Harmandalı köyünden, temiz bir ailenin kızıydı. Saçlarını her daim salardı. Saçları rüzgarda bir sağa bir sola dağılır dururdu. İçine kapanık ve itaatkâr bir yapıya sahipti. İlk başlarda Hakkı ile anlaşabiliyor, her şey yolunda gidiyor gibi gözüküyordu. İlk çocuk, ardından iki ve son olarak üçüncü oğlanı doğurdu Emine ancak yine de yaranamadı. Bir gün ahırın önünde pekmez kaynattıktan sonra ineğe bakmak için ahıra girmiş ancak bir daha çıkamamıştı. O günü dün gibi hatırlayan Anne, içine işleyen kara dumanı savurmak için kafasını bir sağa bir sola salladı. Ancak görüntüler birbiri ardında gelmeye devam etti. Oğlu Hakkı ahırdan eve çıkan merdiveni ağır adımlarla çıkmış ve çocuklarının da bulunduğu salona gelip, sakin bir ses tonu ile,“ Gidin bakın, ölüsü ahırda yatıyor.” demişti. Sanki hiçbir şey hissetmiyor gibi görünüyordu. Çocuklar ise o anda çığlık çığlığa bağırıp ortalığı birbirine katmıştı. Zavallı Emine, tezek ve kuru otların kapladığı zeminde yüzü koyu bir şekilde uzanıyordu. Bedenini kaldırıp incelediklerinde boyun kısmının kapkara olduğunu gördüler. Tüm ahali bu ölümün suçunu Hakkı’ya yıktı. Hakkı ne kadar kabullenmese de içten içe, hatta şimdi bile Anne şüpheleniyordu; evladından. Yine de, çevresindekiler ne derse desin; hatta babası bile oğlunun suratına bakmasa dahi o bunu yapmamış; yapamamıştı. Evladı hakkında söylenenlerin hepsine göğüs germiş, umursamamıştı. Karanlığın özünden gelen bu acıyı kabullenmişti. Evladı çamura bulanmış olsa da hala onu eskisi gibi seviyordu. Yani bir zamanlar yamalı, kısa donu ile çayırlarda koşturan bu merhametli çocuğunun yüreği kapkaraydı artık. Yine de seviyordu onu, hem de karşılık beklemeden.

Sisten ve çiseden dolayı iyice ıslanan Anne, dağdan gelen sudan dolayı da elleri zangır zangır titremeye başlamıştı. Evin içerisindeki sobanın iyice tutuştuğuna emin olduğuna kanaat getirerek, hızlıca kapkacakların üzerindeki suyu gelişigüzel salladıktan sonra evin yolunu tuttu. Her attığı adımda bir vıcık sesi duyuluyordu. Kara lastiğin için su dolmuştu. Evin tahta kapısından içeriye girdikten sonra kara lastiklerini sobanın yanına dikledi ve kapkacakları tezgahın hemen altında sarkan beze kuruladı. Bezin önceki sarı rengi yerini soluk griye bırakmış; yüzeyinde iki koca delik oluşmuştu. Ama yine de iş görüyordu. Kapkacaklarla işi bittikten sonra sobanın kapağını açan Anne, içeriye güzelinden kalın bir gürgen odunu sürdü. Şimdi bu gürgen bir güzel tutuşacaktı ve odayı yarım saat sıcak tutacaktı. İçine dolan huzurla ve sıcağın getirdiği rehavet ile salondaki tek divanın üzerine uzanan Anne, Bismillah çektikten ve Rabbine şükrettikten sonra, akşama ne yiyeceklerini düşünmeye başladı.

 

 

Yağmur durmuştu. Ayağının dibindeki muşambaya dakika da bir su damlıyordu artık. Yatağından tembelce kalkan Hakkı, birkaç gerinme hareketi yaptı. Hemen solunda yer alan küçük penceresini açtı ve kafasını dışarıya uzattı. Lanet olası sis geçmemişti halen. Neyse ki yağmur durmuştu. Bu Akpınar da bulunan hanlara gelecekleri durdurmazdı. Sis, bu yörenin olmazsa olmazıydı. Neredeyse her dört günde bir ziyarete gelirdi. Ve bazen uzun bir süre çöker kalırdı obada.  Yastığının altında sakladığı ahşap tütün tabakasını çıkardı ve tütünü saracak bir şeyler aramaya başladı. Yattığını divanın altına istiflediği gazeteler nemlenmişti. Zaten nemlenmemiş olsa bile bunları kullanmaya gönlü razı olmazdı. Zira siyah beyaz renk tonunun hâkim olduğu gazete kağıdının üzerindeki kadın mankenleri özenle seçip ayırmıştı.

Divanın hemen altında duran iki yamalı çorabı ayağına geçirdikten sonra ilk iş çatıya uzanan Hakkı, ilk eline geçen gazeteden bir parça kopardı ve kopardığı parçayı iki eşit parçaya ayırdıktan sonra bunlara tütün[1] sardı.  Tütün pek kaliteli sayılmazdı ancak şimdilik iş görürdü. Kibrit ile tutuşturduğu sarma sigarasını küçük camın önünde, sis sarmış doruk ormanına karşı tüttürdü. Sarma sigarasını bitirdikten sonra odanın kapısını açıp salona giren Hakkı,

“ Yiyecek ne var?” diye sordu Hakkı ve sobanın önüne iskembi koyup oturdu. Sıcaklığın rehavetini vücudun da hissetti ve derinden gelen bir esneme sesi ile rahatladı. Annesi divanda uzanmış, sessizce uyukluyordu. Sobanın fırınını açan Hakkı, fırını boş görünce sessizce ayağa kalktı. Gitmeliydi artık. Nitekim kâğıt oynama ve kazanma arzusu arşa çıkmıştı. Karnı açtı ancak han da bir şeyler atıştırabilirdi. Tezgâhın sağ tarafında, duvardaki tuğlaların arasına çakılmış tahtanın üzerinde yer alan çivilerden sarkan torbaları tek tek elledi; içlerini karıştırdı. Bayatlamış ekmek, orman mantarı[2] ve elini bir şeye değdirdiği gibi hızla geri çekti ve birkaç küfür savurdu; poşette ısırgan otu vardı. Hemen tüketebileceği bir şey yoktu. Odasına geri döndü ve duvardaki çivilere asılı duran paltosunu üzerine aldı. Diğer çividen sarkan ve neredeyse üzerinde hiç yama bulundurmayan siyah pantolonunu giydi. Çatlamış, kahverengi deri kemerini de taktıktan sonra kapının hemen ardına tutturulmuş küçük ve kırık aynada bıyıklarını taradı. Saçlarına hiçbir şey yapmadı zira saçları iyice seyrelmiş, dökülmüştü. Gül kolonyasını iki avucuna döktükten sonra yanaklarına vurdu ve boynuna sürdü. Artık hazırdı ancak son olarak yastığının altındaki silahı da belide taktı ve odasının kapısını kapattı. Annesinin uzandığı tarafa hiç bakmadan ayakkabıları giydi ve dışarı çıktı. Henüz hava kararmamıştı ancak sisten dolayı kapalı görünüyordu. Umursamadan mereğe yani ahıra yöneldi. Tahta kapının çengelini söktükten sonra içeriye girdi. Zemin dışkı ve ot ile kaplıydı. Havadaki koku o kadar boğucuydu ki üzerine sinmesinden korkarak hızlıca hareket etti. Atının boynunu okşadıktan sonra ipini çözdü ve ahırdan çıkardı. İnek birkaç böğürtü çıkarsa da tepinmeden durmayı başarmıştı. Atını zapt ettikten sonra ahırın kapısının çengelini dikkatli bir şekilde geri takan Hakkı, üzerini gelişigüzel silkeledi ve atın sırtındaki deri eyerin kayışlarını da kontrol ettikten sonra atına atladı. Ve çamurlu yolda ilerlemeye başladı. Sisin içerisinde süzülüyorlardı. Atı, yolu ezberlediğinden dolayı yönlendirilmeye ihtiyaç duymadan ilerleyebiliyordu.  Hakkı, atına müdahalede bulunmayı sevmezdi. Atına enteresan bir bağ ile bağlıydı. Severdi onu. Neredeyse her iki günde bir atını tımar eder;  hatta atı yaralandığı zamanlarda hana yaralarına özel ilaç ısmarlardı. Mesele eğer atıysa masraftan kaçınmazdı. Ata bir isim takmamasına şaşırırdı insanlar. Ve Hakkı bunu çok gereksiz bulurdu. Bu tarz isim bulma saçmalıklarını hep cenikliler[3] icat ederdi zaten, diye düşündü Hakkı. Nerede işe yaramayan bir bok olsa cenikliler onu tutar buralara getirirdi. Yazın geldikleri bu obalarda birkaç hafta durur; palavralar savurur giderlerdi. Doğa romantizmi içinde boşalır, burada yaşayanları şanslı görürlerdi. Oysaki burada yaşamıyorlardı. Birkaç hafta geçirdikleri ve durmadan rakı içtikleri için bu yörenin hiçbir yönünü kavrayamıyorlardı. Onları bu yabani ormanlara salsak ilk geceyi zor atlatırlar; birkaç gün sonra ölür giderlerdi. Doğa güzeldi, eşsizdi elbet. Ancak romantikliğe gelmezdi. Her zaman tetikte olmak gerekirdi. Hakkı, atı ile sisi yararak ilerlediği her an sağ eli belindeki kabarıklığın üzerindeydi. Kara tabancasını arkadaşları ile beraber imal etmişti. Zaten yöredeki tüm erkekler kaçak silah üretip satarak para kazanıyordu. Kendi tabancasını özenle yapmıştı. Bakımını ise hep han da yapardı. Nitekim çevredekilerin ilgisi üzerinde olurdu. Bunu düşününce gülümsedi Hakkı ve elini kaşıdı. Artık kâğıtları tutmak ve kazanmanın o akıl almaz heyecanını hissetmek istiyordu. Ne kadınlar ne de başka şey bu heyecanın yerini tutmazdı. Kadınlar… Ah, kadınlar. Kadınlar konusunda başarısızdı Hakkı. Ya da talihsiz. Gözlerini bir anlığına kapattı ve hemen ilerisinde uzun ve kara saçlarını rüzgâra teslim etmiş genç bir kız gördü. Kız dik bir şekilde atın üzerinde duruyordu. Kendine duyduğu güven hissediliyordu. Bedeninden etrafa çiçek kokusu saçılıyordu. Kalçaları belirgin bir şekilde dışarıya çıkmış; memeleri ise büyümenin, kadın olmanın arifesinde olduğu belirtir bir şekilde dışarı çıkıntı yapmaya başlamıştı. Atı rahat bir şekilde yönlendirebilen ve kontrolü altında tutabilen bu genç kız, ıslak ve yumuşak zemini umursamadan, hızlıca ilerliyordu. Birkaç saniyenin ardından genç kız sisin ardında kayboldu. Sisin yoğunlaştığı yere birkaç dakika boyunca bakan Hakkı, atın üzerindeki kızın sabit bir şekilde durduğunu ve kendisini beklediğini fark etti. Ancak yaklaştıkça genç kızın sanki biraz şişmanlamış; hatta birçok yerinin pörsümüş olduğunu gördü. Hakkı epey bir yaklaştıktan sonra kadının yanından atı ile ağır aksak ilerlerken, kadın ona doğru; vücudunu tam döndürmeden, omzunun üstünden baktı. Sislerin içerisinden beliren gözler sonuna dek açılmış bir şekilde kendisine bakıyordu. Gözkapakları bulunmayan bu gözlerin hemen altında, kapkara bir renge dönmüş boyun bölgesi göze çarpıyordu. Bir zamanlar karısı olan Emine, kaskatı bir şekilde duruyor; pür dikkat ona bakıyordu.

Eyerinde sıçrayan Hakkı, atının da kişnemesiyle kendine geldi ve birkaç küfür savurdu. Sis miydi bu melankolik havayı yaratan, yoksa ceniklilerden mi bulaşmıştı bu hastalık ona? Bilemiyordu ancak atı yine kişnedi ve durdu. Hakkı atın önüne eğildi ve yolda hiçbir şey göremedi.

“ Ne oldu, ha?” dedi merakla ve çevresine bakındı. Atı boş yere kişnemez hatta durmazdı. Çevresine bakınırken, gittikleri patika yolun hemen aşağısında duran ahududuyu gördü. Sise rağmen, günün son cılız ışığı sayesinde ahududu göze çarpıyordu. Ahududuyu fark eder etmez atından bir hışımla inen Hakkı, atının boynunu öptü ve, “ Aferin sana! ” dedikten sonra atının ipini yolun kenarındaki doruk ağacının reçine akmış gövdesine bağladı. Sisten dolayı ıslanan eğrelti ve eşek dikeni otlarına sürünerek ilerledi ve bir hışımla ahududunun dibine vardı. Yağmur damlacıkları ahududuları adeta süslemiş; güzelliklerine güzellik katmıştı. Hakkı, Hey Allah nidası eşliğinde ahududuları yemeye koyuldu. Yumuşak ve ıslak olan ahududun tadı harikaydı. Boğazından akıp giden bu aromatik meyveyi şükranla tüketen Hakkı, bir yandan da cebine doldurmayı ihmal etmedi. Yaklaşık on dakika boyunca ahududu yedikten sonra yukarıya, patika yola çıkmak için tırmanmaya başladı. Atı bıraktığı yerde otlanıyordu. Cebindeki ahududuların yarısını avucuna dolduran Hakkı,

“ Al bakalım, bu senin hakkın.” Dedi ve atının iştahla avucundakileri yalayıp yutmasını keyifle seyretti. Küçüklüğünden beri beslediği canlıları izlemeye bayılıyordu. Bu inek de olsa atı da olsa fark etmezdi; hayvanları kendi eliyle beslemeyi seviyordu. Bu onu güçlü ve merhametli hissettiriyordu. Hatta, bir gün kıyamet koptuğunda, onu sonsuz ıstırabın yaşanacağı cehennem kuyularına düşmekten kurtaracak olan şeyin beslediği hayvanların ona karşı duydukları şükran duygusu olduğuna inanıyordu. Atı tüm ahududuları yuttuktan sonra Hakkı’nın yanaklarını yaladı. Gür bir kahkaha atan Hakkı dayanamayarak kendine ayırdığı ahududuların birçoğunu cebinden çıkarıp atına verdi. At bunları da yedikten sonra iyice şımarmaya başlayınca,

“ Yeter! Hadi bakalım, yola koyulalım.” Dedi Hakkı ve atın ipini ağaçtan çözdükten sonra büyük bir ustalıkla atın üzerine atladı. Yavaş bir tempo ile sisin içerisinden patikaya devam ettiler. At atacağı tüm adımların yerini ezbere biliyormuşçasına ilerliyordu.  Zira bu yolları neredeyse her üç günde bir arşınlıyorlardı.  Cebindeki son sarma sigarasını da çıkarıp yakan ve derin bir nefes çeken Hakkı, sisli doruk ormanlarına doğru dumanını üfledi.  Sisin içerisine karışan tütün dumanı bir anda kayboldu. Aynı yanından geçtikleri ağaçlar ve çiçekler gibi.

 

Patikadan çıkmaları yarım saati buldu. Sis olmasaydı daha hızlı varacakları kesindi. Patikadaki toprak çamura döndüğünden dolayı atı yormamak için hızlanmamıştı, Hakkı. Şimdi ise atı hızlandırmış; tembelliğinden sıyrılması için onu birkaç kez dürtmüştü. Artık patikadan yola çıkmışlardı. Gerçi yol yine çamurlu toprakla kaplıydı ancak yol genişlediğinden dolayı ilerlemek tehlike arz etmiyordu. Kayıp düşecek, yuvarlanılacak yamaç yoktu yakınlarda. O yüzden hızlı bir şekilde sisi yararak ilerlediler. Sis artık canını sıkmaya başlamıştı. Nitekim eski karsının ruhu sisten besleniyordu sanki. Sisin ördüğü bu düş diyarında karısı adeta kara bir leke gibi ortaya çıkıyor; tüm doğal saflığı bozuyordu. Lanet olasıca, gebermesi yetmezmiş gibi öldükten sonra da kahır çektirmeye devam ediyordu.

Oba ile hanın arası yaklaşık 45 dakikalık uzaklıkta idi. Ve han, obaya göre alçak bir yerde yer alıyordu. Sisin burada olmayacağını düşünen Hakkı hayal kırıklığına uğramıştı. Sis, yalnızca görüş açısını daraltmıyor; aynı zamanda ıslatıyordu da. Hakkının seyrek saçları ve gür bıyıklarından su damlacıkları sarkıyordu. Atın yelesi ise sırılsıklamdı. Neyse ki palto su geçirmiyordu. Rüzgârın kuvvetli esmemesi de şanslarınaydı. At hızla ilerliyor; arkaya çamur sıçratıyordu.

Akpınar deresi hemen sağ tarafındaki yamacın aşağısından gür bir şekilde akıyor, sesi de duyuluyordu. Şimdi ilerledikleri yolda daha önceden oluşan nal izleri göze çarpıyordu. Acaba bu geçen Ahmet miydi, diye düşündü Hakkı, heyecanla. En iyi anlaştığı dostuydu Ahmet. Gerçi yalnızca kâğıt masasında ahbaplık kurmuşlardı ama o da yeterdi. Diğerleri gibi değildi Ahmet; onu yargılamıyor hatta geçmişteki olaylarla ilgilenmiyordu. Ve Ahmet’in bir diğer sevdiği yanı sürekli kaybetmesiydi. Hakkı, kendinden başka kaybeden birinin ya da birilerinin olmasına müteşekkirdi. Kendi başarısızlığının kılıfını uydurmak için dostlarının da başarısız olmalarını istiyordu içten içe. Normaldi bu, kalleşlik sayılmazdı. Dağın eteğinde yaşıyorlardı. Ve buralarda her şey çıkar üzerineydi. Romantiklik ya da cenikteki hastalıklar burada geçerli değildi. Burada tek önemli olan şey hayatta kalmaktı. Hayatta kalmak için yapılan her şey mübahtı; işte o kadar!

Sisin ilerisinde iki ev ve hemen bitişiğindeki köprü görünmeye başladı. Köprünün altında akan Akpınar’ın gür suyunun sesi yaklaşık on dakikadır onlara eşlik ediyordu. Ancak sisten dolayı dereyi görebilmek şimdi nasip olmuştu. İki evin birisi briket taşından diğeri ise tuğladan yapılmıştı. Her ikisi de obadaki evlerden daha büyüktü. İki kattan oluşan bu evler hem kahvehane hem de han olarak kullanılıyordu. Yukarı katta yere serilmiş yorganlar mevcuttu. İsteyen geceyi orada geçirebiliyordu. Dışarıdan pek fark edilmese de ilk evin altında bir kat daha mevcuttu ve buraya atlar yerleştiriliyordu. Öncesinde ise atların yerleştiği yerde değirmen olduğundan dolayı bu hana hep Değirmen hanı derlerdi. Değirmen hanı her daim kâğıt oyunlarının merkezi halindeydi. Değirmen hanın karşısındaki briketli yapıya ise ilk zamanlar Yeni Han deniliyordu ancak ilerleyen zamanlarda Ebegümeci[4] Hanı diye anılmaya başlandı.  Zira nedendir bilinmez, briketlerin her birinden ebegümeci otu baş gösterdi. Bir iki kez yolmalarına rağmen tekrardan çıkmaya başladığında ise ebegümeci otunu rahat bırakmaya karar verdiler. Ve zamanla han, Ebegümeci hanı olarak anılır oldu.

Atını Değirmen hanının hemen önünde durduran Hakkı, buğu ile kaplı cama eliyle tıklattı. Birkaç saniyenin ardından buğu iki küçük el ile temizlendi ve bıyıkları yeni terlemiş bir çocuğun cılız suratı peyda oldu. Hakkı eliyle atını işaret etti ve çocuk camın önünden fırladı. Kapıyı araladıktan sonra dışarıya çıkan çocuk ayağına terliğini geçirirken, hanın içerisinden birkaç erkeğin kahkaha sesi duyuldu.

“ Avacukların Ahmet geldi mi?” diye sordu merakla, Hakkı.

“ Yok, gelmedi.” Dedi çocuk ve sertçe burnunu çekti. Elindeki gaz lambası ile çamurlu yoldan hanın en alt katına doğru ilerledi. Hanın hemen altındaki tahta kapının çengelini söken çocuk kapıyı ardına kadar açtı ve atı içeriye koyması için içeriyi ışıkla aydınlattı. İçeride iki at daha vardı. Hakkı ise atını, boş kısımdaki oluğun ucundan sarkan paslı demire gevşekçe bağladı. Diğer iki atı yarı karanlıkta inceleyen Hakkı,

“ Bak buraya, bunlar kimin atı?”

Çocuk bir an önce yukarı çıkmak istercesine kapıya yönelmişti ama gelen soru ile tekrardan içeriye yöneldi. Ve elindeki ışık içeriyi iyice aydınlattı. Hakkı tekrardan aydınlanan ortamda atlara göz gezdirdi ama sahiplerini tanıyamadı.

“ Sınırlıların atıdır.” Dedi çocuk, kendinden emin olamayarak.

Kafasını sallayan Hakkı kapıdan çıktı ve çamurlu patikadan yukarıya yürümeye başlamadan önce çocuğa seslendi. Çocuğu gördüğünden beri kendi çocuklarını düşünmeye başlamıştı. Neredeyse 2 aydır onlardan haber almamıştı. Çocuk hemen yanında bitince, elindeki gaz lambasını alarak,

“ Ellerini avuç yap.” Dedi Hakkı ve cebindeki ahududuları çıkartıp çocuğun minik avuçlarının içerisine koydu. Çocuk gaz lambasının ışığında gözleri ışıldayarak teşekkür babında heyecanla kafasını salladı.

Karanlıkta ilerlemekten nefret eden Hakkı, bir an önce sobanın ve ışığın bulunduğu odaya girmek için can atıyordu. Zira kurbağalar dereden dolayı burada çok gezinirdi. Onlara temas etmek hele ki basmak onu çok ürkütürdü. Ne de olsa üç harflilerin konağı sayılırlardı. Patikadan çıktıktan sonra hanın kapısını hızla açan Hakkı, gür bir sesle,

“ Selamünaleyküm.” Dedi. Ve içeriden cılız bir şekilde, “ Aleykümselam.” sesi işitildi. Hakkı içeriye hızla göz gezdirdi. Oda genişti. Tam ortada soba yer alıyordu ve gürül gürül yanıyordu. Odayı aydınlatmak için iki büyük pencere yapılmıştı ancak şimdi karanlığa boğulmuşlardı. Dört tane gaz lambası dengeli bir şekilde aydınlatması için masaların üzerine konmuştu. Ancak odada yer alan altı masanın yalnızca ikisi doluydu. O yüzden gaz lambalarının çoğu sönüktü. Nereye oturacağının kararını veremeyen Hakkı’nın yanına ilişen, Değirmen hanın sahibi olan Necmi,

“ Hoş geldin Hakkı. Seninkilerden bugün uğrayan olmadı, henüz.” Dedi ve camın hemen yanındaki masayı işaret ederek, “Sen otur. Birazdan gelirler ne de olsa. Yiyecek bir şey ister misin?” dedi.

“ Yiyecek ne var?” diye sordu merakla, Hakkı.

“ Haşlama et ve Pancar çorbası var.” Dedi Necmi, gözleri ise diğer masadaki müşterilerdeydi. Ancak diğer müşteriler cimri çıkmış; yalnızca 70’lik Kulüp Rakı söylemişlerdi. Ne kumar oynuyorlar ne de yemek yiyorlardı; rakı  yudumlayıp, ucuz tütün tüttürüyor, gür kahkahalar ve küfürler savuruyorlardı.

“Haşlama getir. Bir de pancar da getir; bir tas.” Dedikten sonra Hakkı, “ Hele bak. Bu arkadaki beşli kimlerdendir? Çocuk Sınırlılar dediydi.”

“ Yahu sen kot kafalı çocuğa ne bakarsın? Onun bir boktan anladığı mı var? Beşli bizim köylülerden. Şelekçi Abdullah’ın torunlarıdır. Hep bir arada gezerler, kardeş gibidirler. Genelde Ebegümeci de takılırlardı. Ondan görmemiş olabilirsin. Ama bu gece buradalar işte.” Dedi Necmi ve mutfağa yöneldi.

Karnını ovuşturan Hakkı, yalnızca ahududu ile doyurmuş olduğu midesi şimdi gurulduyordu. Eğer bir şeyler yemezse ishal olacağını hisseden Hakkı, bir an önce önüne konacak yemeği beklemeye başladı. Cama yakın olan masaya oturdu ve daha demin çocuğun eliyle temizlediği buğulu camdan dışarıya baktı. Sis hala çevrelerindeydi. Umarım kâğıt oynayacak dostları bugün gelirlerdi. Tam o sırada arka masadan gürültülü bir kahkaha tufanı koptu. Fazla dönmeden, omzunun üzerinden arka masaya bakan Hakkı, masadaki beş suratı da dikkatlice gözlemledi. Hiçbirini tanımıyordu. Çocukça el şakalarından ve tiz seslerinden genç oldukları anlaşılıyordu. Diğer masada oturan ikiliye baktı ve onların kendisine baktığını fark ettiğinde kafasıyla selam verdi. İkili ise isteksizce kafa selamına karşılık verdi. Bu iki kardeşi tanıyordu. Bu yörenin çocuklarıydılar. Odun keser ve yaz kış otun satarlardı. Çalışkan ve sakin tiplerdi. Önündeki masanın üzerine oyulmuş birçok isim ve sembolü parmağıyla üzerinden geçen Hakkı beklemeye koyuldu. Sabırsızlığı onu hiddetlendiriyordu. Hancı onun bu tarz çıkışlarını bildiğinden dolayı hemen yayına sokuldu ve,

“ Şimdi haşlama eti ısıtıyoruz. Pancar çorbası ise neredeyse ısındı. Getirelim mi?” dedi ve Hakkının keyifsiz bir şekilde kafa sallamasını görünce bir hızla fırladı ve mutfaktan getirdiği tasa pancar çorbasını bir güzel doldurdu. Çorbayı tasın ağzına kadar dolduran Necmi, mutfaktan hızla gelen çocuğun elindeki iki dilim ekmeği de kaparak, Hakkının masasına geldi.

“ Başka bir isteğin var mı, ağabey?” dedi Necmi, saygıyla.

“ Yok, eyvallah.” dedi Hakkı ve lekeli tahta kaşığı çorbanın içine daldırdı. Pancar yapraklarının arasında görünen birkaç mısır tanesinin dışında göze çarpan bir şey yoktu. Höpürdeterek, çorbasından bir yudum alan Hakkı keyifle sırtını sandalyesine yasladı. Çorba sıcak ve tazeydi. Tam istediği gibi. İkinci yudumu aldığında ise yine arka masadan gür bir kahkaha tufanı koptu. Ama bu sefer ki daha uzun sürdü. İğrenç kahkaha seslerine öfkelen Hakkı, bu sefer tamamen arkasına döndü ve dik dik masaya bakmaya başladı. Diğerleri gülmelerine devam ederken, Hakkı’nın bakışlarını fark ettiler ve birbirlerini dürttüler. Necmi bu durumu fark ettiğinde hemen elindeki tepsiye, Kulüp Rakı şişesinden beş bardak rakı doldurdu ve dolu bardakların bulunduğu tepsiyi hızla masaya getirip servis yapmaya koyuldu.

“ Afiyet ola. Ancak biraz daha sessiz olsak ya.” Dedi Necmi, elindeki tepsiyi karın hizasında tutarak.

“ Hayırdır, içeride bebek mi uyutuyon?” dedi Bekir, yarı alayla karışık ve konuşmaya devam etti,“ Bunun hanım doğurmuş olmasın yine?” dedi, gülümseyerek.

“ Ayıp oluyor ha beyler,” dedi Necmi hiddetlenerek,

“ Tamam, tamam. Bir şey yapmıyoruz ya. Keyfimiz gıcır baksana! Keyfimizi kaçırma, hadi git.” Dedi aralarındaki en yapılı olan Yaşar.

Necmi ters ters bakmayı sürdürünce, masadaki en sessiz kişi konuşmayı devraldı ve,

“ Tamam, Necmi abi. Bakma sen bunlara. Sarhoşlar, ne dediklerini bilmiyorlar.” Dedi İlyas, sakince.

Necmi ise başını sallayarak mutfağa geri döndü. Ortam tekrardan şen kahkaha seslerine teslim olmuşa benziyordu. Hakkı, çorbasını bitirmiş; haşlama etini bekliyordu. Geleli henüz on beş dakika olmamıştı ama birazdan kalkacaktı. Ayağa kalktığında ise onu geri oturtmak zor olurdu. Çevresinde bilinen biriydi. Onun agresif ve yiğitçe çıkışları herkes bildiğinden pek ona bulaşmazlardı. Delikanlı Hakkı, derlerdi genelde. Kanı deli akardı çünkü. Zihnine ansızın akan deli kanla ortalığı birbirine katmasıyla meşhurdu. Bu genelde kâğıt masasında gerçekleşirdi ve neredeyse her zaman hata ondaydı. Kaybetmeyi hazmedemez ve çenesini tutamazdı; etrafa küfürler savururdu. Şimdi de hiddetleniyordu. Pancar çorbası midesini bastıramamış, guruldamayı kesmemişti. Ve arkadaki beşli hiç durmaksızın gülüyor; kahkahalar atıyordu. Mutfağın kapısında hala görünmeyen Necmi ise içeride telaşla etin iyice ısınmasını bekliyordu. İçten içe de, “ Umarım, bu gece olaysız geçer. Keşke bir sorun olduğunda dışarıda halletseler, nerde…” Karısına bakarak, serzenişte bulunurcasına,“ Kimlere hizmet ediyom, görüyon mu? Beş ayyaşa rakı; diğerine ise güzelinden et. Hemi de karısını boğana, he! Güzelinden et, ne alâ.”  

Yanında ise hanımı tembelce sandalyeye yayılmış oturuyor; oğlan ise ekmek bıçağıyla haydutçuluk oynuyordu. Necmi’nin söylediği hiçbir kelime ortama tesir etmemişti. Hanımı, kendisinin neredeyse üç katı fazla kiloya sahipti ve iki karış daha uzuncaydı. Oldukça tembel ve hımbıl bir karıydı. Pancar doğrar, eti ateşe sürerdi o kadar. Geri kalan tüm iş Necmi’nin becerikli ellerinden gelirdi. Necmi bu duruma ne kadar şikayet etse de hiçbir şey değişmezdi. Çocuk eline geçen şeylerle oynar, hanım geçmişteki olaylara saplanır kalır; hayal kurar, kendisi ise çırpınırdı. Her gece yorgunluktan pestili çıkmış bir şekilde yatağa girerdi. Yine de çevresindekilere söylemese de ve belli etmese de şükrederdi Allah’a. Her gece yastığa başını koyduğunda şükür amaçlı, ezberlediği yalnızca iki duayı tekrar tekrar okurdu. Sübhaneke ve Fatiha sureleri dışında sure bilmezdi. Bu duaları da yarım yamalak okurdu zira daha ufakken dedesi kötek zoruyla ona öğretmişti. Dayak yemenin acısı yüzünden hızla ezberlemişti duaları. Şimdi ise her gece tekrar edip dururdu. Duaların sonunda da dedesini anmayı unutmazdı.

Sobanın üzerindeki tencereden yayılan etin kokusu tüm mutfağa yayılmış; salona doğru yönelmeye başlamıştı. Kokuyu alan Hakkı iyice sabırsızlanarak, yerinde kıpırdanmaya başladı. Tam o sırada yine arka masadan bir kahkaha tufanı koptu ve hemen akabinde bir sandalye yere yuvarlandı. Bekir sandalyeden düşmüş; diğer üçlü ise gülmekten yerlere yatmışlardı. Bir tek İlyas, hafifçe gülerek masada düzgünce oturabiliyordu. Bu duruma artık dayanamayan Hakkı,

“ Ee, gençler! Yeter artık. Kesin şu çömez oyunu! Gâvur karıları gibi ne gülüşüp duruyorsunuz! Kafa be bu da, kazan değil ya!” dedi Hakkı, gür bir sesle.

Mutfağın kapısında beliren Necmi, bir hışımla salonu kat etti ve yerdeki Bekir’in koltuk altlarına girerek ayağa kaldırdı,

“ Sen kim oluyorsun lan! Zavallı karısını tavuk gibi boğazlayan gaddar herif seni!” dedi Bekir, bağırarak. Koltuk altlarından tutan Necmi, Bekir’i masaya oturduktan sonra,

“ Gençler sakin olsanıza! O Çulluğların Hakkı’dır. Ona bulaşmak istemezsiniz. Dobra adamdır; gözü korkmaz. Artık susun da huzursuzluk çıkmasın. Ayrıca rahmetli kadını rakı sofrasında anmak günahtır,ayıptır ha!” Dedi Necmi, babacan bir ses tonu ile

 “ Kim olduğunu biliyoruz.” Dedi İlyas, sakin bir ses tonu ile. Ama bakışlarından intikam hırsı okunuyordu.

Necmi’nin uyarısı boşa gitmişe benziyordu zira Bekir bağırmaya devam etti,

“Kimsin de bize Gâvur karısı diyorsun, ha? Asıl sen Gâvur karısından doğma olmayasın ya da bir piç? Hem masum karını başka karılar için boğazla hem de gerine gerine gez oh ne alâ!  Sende cesaret olsa ne yazar; ciğeri beş para etmezin tekisin! Kansız piç seni!” dedi Bekir, etrafa tükürükler saçarak. İyice zıvanadan çıkmıştı artık.  

Hemen yanlarındaki masada oturan iki kardeş hızla ayağa kalktı ve hiçbir şey demeden hanı terk ettiler.  Necmi iyice telaşlanmış, mutfağın kapısından bakan oğluna, kapıyı ört işareti yapmakla yetinmişti. Necmi’nin asıl korkusu Hakkı idi. Hakkı’dan korkan yalnızca o değil; onu yakından tanıyanlardı. Zira öfkesi bir kere peyda oldu mu durdurmak olanaksızdı. Ancak masadaki beşli onun öfkeli hallerinden bir haber görünüyordu. Ve tuhaf bir şekilde karşılarındaki kişiye kin besliyorlardı.

Hakkı, Bekir’in sözlerinden sonra masasının üzerine kuvvetlice bir yumruk indirdi. Korkunç bir gürültü koptu ve masadaki çorba tası yere düştü. Ardından Hakkı, hızlıca belindeki kara tabancayı çıkarttı ve ışığa doğrultarak gösterdi, ardından ise silahı da sertçe masanın üzerine koydu,

“ Bana o lafları söyleyen kalleş derhal öne çıksın. Yoksa burayı başınıza yıkarım! Seni Ermeni tohumu! Çık öne!” diye bağıran Hakkı, kendine güvenen adımlarla beşlinin masaya yöneldi. Bekir bir hışımla ayağa kalkarak ve şaşkın bir şekilde duran Necmi’nin kollarından kurtularak Hakkı’nın üzerine atıldı ancak Hakkı’nın sağ yumruğunu suratına yiyince uzunca bir süre yerden kalkamadı. Diğer dörtlü ise hızlıca masadan kalktı ve atik bir şekilde Hakkı’nın üzerine atıldı. Bekir’i devirdikten sonra üzerine gelen ve aynı Bekir gibi cılız olan genci belinden tuttuğu gibi yere seren Hakkı, gencin belini adeta ikiye ayırırcasına sıkmaya başladı. Genç can havliyle bağırıyordu; çevresindeki kardeşlerinden yardım dileniyordu. Aralarındaki en iri kişi olan Yaşar tüm kuvvetiyle Hakkı’nın üzerine atılmış; Hakkı’nın boğazını yakalamış ve boğazını kilitlemişti. Ancak şaşırtıcı bir şekilde Hakkı beklediğinden daha dayanıklı çıkmıştı. Adeta bir boğa gibi soluyor; tepiniyor ve mücadele ediyordu. Yaşar, Hakkı’nın kuvvetli kolları altındaki cılız kardeşini kurtarmak için tüm gücüyle kendini geri çekti ve Hakkı, yarı yaralı genci ellerinden kaçırdı. Zorlukla nefes alan genç ise sürünerek uzaklaşmaya başladı. Sırt üstü devrilen Yaşar, sağ koluyla Hakkı’nın boynunu sıkıyordu ve onu da üzerine devrilmesini sağlamıştı. Şimdi, diğer iki kardeşi de acımasız ve yabanıl bir şekilde Hakkı’nın başına ve karnına darbeler indirmeye başladı. Adeta sırt üstü dönen bir böcek gibi çaresiz ve savunmasız kalan Hakkı, ne kadar debelenirse debelensin, boynunu zorlu rakibin kollarından kurtaramıyordu. Ve darbeler her dakika daha da sert iniyordu. Darbelerinin zayıflığından hayıflanan İlyas, sobanın yanında duran demir çubuğu aldığı gibi Hakkı’nın sağ gözüne vurdu ve Hakkı o kadar gür bir ses ile inledi ki, bu sesin öncesinde yaşanan arbedenin yarattığı korkudan donup kalan Necmi canlandı ve hızlıca arbedenin arasından sıvışarak mutfağa yöneldi. Ancak kapıya ne kadar vursa da kapı açılmadı. Cebini hızla karıştırdıktan sonra anahtarı bulan Necmi, anahtarı kapının deliğine sokmaya çalışsa da başaramadı ve bütün gücüyle bağırmaya başladı,

“ Açsana şu kapıyı! Aç şunu, hadisene! Gerizekalı çocuk, benim, baban!”

Kapı bir tıkırtı sesi eşliğinde açıldı ve Necmi bir hışımla içeriye daldı. Kapıyı ardından kilitleyerek cama yöneldi. Mutfağın camını hızla açtı ve çocuğuna,

“ Koş, git hemen Ebegümeci Hanında kim varsa çağır. Birkaç kişi olması lazım, hadi!” dedi ve çocuğu tuttuğu gibi camın dışarısına koyuverdi. Çocuk ise sisli gecenin eşiğinde ilkin durakladı ancak içeride yaşanan gürültünün seslerini tekrardan duyduğunda küçük bacaklarına tezat bir şekilde görünen bir hızla diğer hana yöneldi. Hanımı ise içeride kopan fırtınayı önemsemezcesine sandalyesinde, kalın ve şişkin bacaklarını ayırarak oturmaya devam etti. Düşünde birbirleri ile mücadele eden eş adaylarını seyrediyor; kanlı düelloları eli göğsünde seyrediyordu.

Hakkı, sağ gözüne yediği korkunç darbeden dolayı iyice kontrolünü yitirdi ve dengesizce debelenmeye başladı. Ayaklarını adeta at gibi tepip duruyordu. Yaşar, onu zar zor tutuyordu ve yorulmaya başlamıştı. Hakkı’nın ondan kurtulup masaya yönelmeye çalıştığını biliyordu. Masadaki silahına erişirse burada kimseyi sağ koymazdı. Güçlü rakibinin boynunu yaklaşık iki dakikadır sıkmasına rağmen rakibi pes etmemiş; aksine daha da öfkelenmişti. Elindeki demir çubuğun etkisini hisseden İlyas iyice gerilerek bir kez daha, bu sefer tam kafasına denk gelecek şekilde vurdu ve Hakkı’dan tekrardan korkunç bir inilti sesi yükseldi. İlyas ardı ardına vurmaya başladı ve,

“ Yavaş vur, bana da vuruyorsun!” diye serzenişlerde bulunan Yaşar’ı duymadı, duyamadı bile. Tek yaptığı şey elindeki demiri tekrar kaldırıp indirmek oldu. En sonunda sola doğru yığılan Hakkı’nın boynunu sıkmayı bırakan Yaşar ayağa kalktı ve kaç kez vurduğunu bilmediği bir şekilde sertçe Hakkı’nın kafasını tekmelemeye başladı. Hakkı’nın neredeyse kavganın başından beri karın bölgesine vuran diğer zayıf kardeş ise iyice yorulmuştu. Hakkı’nın hafiften sağa devrildiği görünce, masaya tutunmaya çalıştı ancak içtiği alkolden dolayı yere kustu.  Yaşar kuvvetlice bir tekme daha indirdikten sonra, Hakkı’dan saçılan kusmuk ve kandan tiksinerek uzaklaştı. Kan beklediğinden fazlaydı; hem de çok fazla. Ayakkabısı bir yana üstüne başına da kan sıçramıştı. Öfkeyle sağına baktı ve elleri kan içerisindeki İlyas’ı gördü. İlyas’ın elindeki demir çubuğun ucundaki kan ve parçalanmış beynin pıhtılarını görmek mümkündü. Bu manzaradan tiksinen Yaşar, odanın penceresini açtı ve içeriye temiz havanın girmesini sağladı.

O sırada karanlığın içerisinden pencereye doğru ayak sesleri duyulmaya başlandı. İyice gerginleşen Yaşar, hemen masanın üzerindeki kara silahı alıp horozunu geriye çekip nişan aldı. Karanlığın ve sisin içerisinden sıyrılan bir çocuktu. Necmi’nin çocuğu olduğunu gören Yaşar, eliyle onu yanına çekti ve,

“ Kimleri çağırdın!?” diye bağırdı.

“ Kimseyi. Kimseyi bulamadım ki.” Dedikten sonra ağlamaya başlayan çocuğu itekleyen Yaşar,

“ Git buradan! İçeri sakın gelme.” Dedikten sonra pencereyi kapattı ve içeriyi dikkatlice inceledi.

İçerisi darmadağınıktı. İki sandalye kırılmış; beş sandalye de yere serilmişti. Çevredeki tüm ahşap zemine ve eşyalara kan bulaşmıştı. Önceki oturdukları masanın orada, yerde yığılı yatan Bekir dışında herkes kan revan içerisindeydi. Ancak kan onlara ait değildi; kaynağı yerde adeta kan havuzunda yatan Hakkı’ya aitti.  İlyas ayakta dikeliyor, tüm gücü ile elindeki demir çubuğu sıkıyordu. Diğer kardeşlerin biri masaların arasında öğürüyor; kusmaya çalışıyordu. Diğeri ise Hakkı’nın uyguladığı baskıdan dolayı midesindeki her şeyi zemine saçmış durumdaydı. Ve zorlukla nefes alıyordu.

 

Yaşar, yerde yatan Hakkı’ya dikkatle yanaştı ve ayağıyla onu sırt üstü devirdi.

Hakkı’nın sağ gözü yoktu. Kafatasının sağ tarafı neredeyse dümdüz olmuştu. İlyas’ın her bir darbesinde daha da ezilmiş olmalıydı. Sağ kulağı yırtılmış; eskiden kulağının durduğu yerde şimdi parçalanan beyninin parçaları sızmıştı. Ve şimdiden ölü bedenden berbat bir koku yükseliyordu. Gül kolonyası karışımı bayat bir kokuydu bu. Ayrıca ortama yayılan kusmuk kokusu da baskın bir şekilde hissediliyordu. Hakkı’nın bedeni çarpılmış gibi görünüyordu. Sağ tarafında, yalnızca başı değil; vücudu da preslenmiş gibiydi. Tüm darbeleri sağ tarafına almışa benziyordu. Ve boynunda korkunç bir morluk izi oluşmuştu. O yiğit diye bahsettikleri, oysaki beş para etmez katilin teki olan Hakkı şimdi ağzı hafif açık, kan havuzunda yatıyordu.  O sırada mutfağın kilidi döndü ve kapı yavaşça açıldı. Necmi başını çekingen bir şekilde içeriye doğru uzattı. Manzara korkunçtu. Sanki beş sırtlan bir aslana saldırmış; kana kan bir mücadele olmuş ve sonunda aslan mağlup olmuştu. Odanın yüzeyi kan içerisindeydi ve berbat kokuyordu. Necmi başının döndüğünü hissetti ve kapıyı kapattı. Şişeden bardağa doldurduğu suyu içti ve tekrardan bardağına az su koydu. Masadan aldığı rakıyı bardaktaki su ile karıştırarak kafasına dikledi.

Yaşar derin ve titiz bir şekilde düşünmeye çalışıyordu. Artık birçok şey kesindi. Bekir ayılmış, bir sandalyeye yaslanmıştı. Zemine yayılmış olan kana bakıyor ve ağlıyordu. Bir yandan da burnunu tutuyordu zira yediği tek darbe burnunu morartmıştı.

Diğer tarafta sandalyede oturan İlyas ise hala şoktaydı ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. Neyse ki elindeki demir çubuğu bırakmıştı. Onu bıraktırmak zor olmuştu ama Yaşar bunu sonunda başarmıştı. Diğer kardeşi yani kavganın başında, Hakkı’nın belinden yakaladığı, hala zorlukla nefes alıyordu. Hakkı’nın gazabından kurtulduktan sonra ayağa kalkamamış; derin nefes almakta zorlanmıştı. Bir diğeri ise yani sürekli tekmeler savuran ve sonlara doğru kusan kardeşi ise sakin görünüyordu. Arada bir iki eliyle uzun saçlarını karıştırıyor ve ‘biz ne halt ettik’ dercesine oflayıp duruyordu. Yaşar, eğer ben olmasaydım bu salakların dördünü de ipe dizerdi bu herif, diye düşünmeden edemedi. Beş kişi bir herifi zor tutabilmişlerdi. Neyse ki olayı gören Necmi dışında hiçbir şahit yoktu. Erkenden kalkan diğer iki kardeşi tanıyordu. Oduncuları bir şekilde susturabilirlerdi. Ve burayı bir güzel temizledikten sonra kimsenin haberi olmazdı. Hakkı’nın bulunduğu Oba buradan kırk beş dakika uzaklıktaydı. Ve bu bölgeye ya da köylülerine, şahıslarına kin besleyebilirlerdi; neyse ki Hakkı’yı kimse sevmiyordu. Onun işlediği suçu bilmeyen yoktu. Hakkı’nın üç oğlu vardı ancak intikam alacak kadar babalarını sevmezlerdi. Yalnızca bir abisi vardı o kadar. Ama onunda intikam almaya tenezzül edeceğini düşünmüyordu, Yaşar. Buna rağmen geri durmamıştı herif. Korkusuz, lafını sakınmayan biriydi. Eğer laflarına dikkat etseydi dahi onu bir gün öldürecekti; köylüler. Çevrelerindeki beyaz örüntüye bulaşan kara lekeyi temizlemek isteyenler elbet çıkacaktı. O yüzden yaptıklarından pişmanlık duymuyorlardı. Yaşar bu düşüncelerden sıyrılırcasına ayağa kalktı ve mutfağın kapısını dikkatlice çaldı. Birkaç saniyenin ardından kapı hafifçe aralandı. “ Bize bol su ve fırça lazım. Sabunda getir. Ayrıca…” dedikten sonra,”bir çuvalda lazım.” dedi Yaşar, yorgun bir ses tonu ile.

Mutfaktan hiçbir ses işitilmedi. Kapı yavaşça tekrardan kapandı. Birkaç dakikanın ardından mutfak kapısının önüne altı kova su ve iki uzun fırça konmuştu. Yanlarına ise iki adet beyaz kalıp sabun, beyaz bir çuval ve küçük bir çakı iliştirilmişti. Çuvalı eline alan Yaşar, bir eliyle de çakıyı açtı ve dikkatlice çuvalı kesti. Artık elindeki çuvalı uzun bir örtüye dönüştürüvermişti.

“ Kalkın, haydi. Bu gece işimiz çok, haydi! Düşünmeyi kesin artık! Bu dünyadan yalnızca bir pisliği temizledik, o kadar! Vicdan yapmayın. O zavallı karısını boğazlarken hiç düşündü mü? Kalkın, hay de!” diye haykırdı Yaşar, elindeki çuval bezini sallayarak.

Hakkı’ya yanaştı ve çuvalı yanına serdi. Ardından, beklediğinden daha da katılaşmış olan Hakkı’nın cansız bedenini çuvalın üzerine itti. Ardından kardeşleri de, -Bekir’in dışında o hala ağlıyordu-, çuvalın bir ucundan tutarak ölü bedeni odadan dışarıya, sis ve karanlığın hakim olduğu yere çıkardılar. Sessizce dereye inen patikayı izlediler. Adımlarını dikkatlice atıyor; hiçbir ses çıkartmamaya gayret gösteriyorlardı. Ancak gözden kaçırdıkları biri vardı. Eğrelti otlarının içerisinde saklanmış olan çocuk onları dikkatlice gözlemliyordu.  Elini cebine atan çocuk,  parmakları cebinde kalan son birkaç ahududuya dokundu ve bir karar almanın getirdiği heyecanla otların içerisinden sessizce ahıra süzüldü. Diğerleri çuvalı dereye taşıdıklarından dolayı onu fark etmediler.

 Ahır kapısının çengelini hızla çıkaran çocuk içeriye daldı ve heybetli görünen atın yanına dikkatle yanaştı. Ve cebindeki son iki ahududuyu ata uzattı. At bunları saniyesinde yuttu. Ancak aralarındaki güven bağı kurulmuştu bile. Çocuk dikkatle atın ipini çözdü ve cebindeki ekmek bıçağıyla da ipin uzun kısmını kesti. At giderken ip rahatsız etmesin, bir yerlere takılmasın diye iyice kısalttı ipi. Ve at ile bakışmaya başladılar. Çocuk kararsız bir şekilde durunca at, sakince ahırın kapısına ilerledi. Çocuk ahırın dışına çıkan atı hayretle karışık ilgiyle seyretti. Ve ata son kez dokunabildi zira at dışarı ulaşır ulaşmaz patikadan yukarı koşmaya başlamıştı bile. Çocuk atın sis ve karanlığın içerisine karışmasını izledi ve bakakaldı, ardından uzunca bir süre. Onu bu dalgınlıktan kurtaran şey ise dereden gelen erkek sesleriydi. Sesler sudan uzaklaşıyor, Değirmen hanına doğru yükseliyordu. Çocuk geceyi sakince geçirebileceği Ebegümeci hanına doğru hızla ilerlemeye başladı.

 

Yaşar iyice yorulmuştu. Kardeşleri de perişan haldeydi. Kıyafetleri, ayakkabıları kan ve çamur içerisindeydi. Ama onları yönlendirmekten de geri durmadı, Yaşar. Hem onların en büyüğüydü hem de en güçlüsü. Genelde İlyas’ın onları yönlendirmesine alışkındılar ancak şu an İlyas kendinde değildi. Yalnızca bakıyor, düşünüyor ve dalıp gidiyordu. Konuşmuyor; bir şey yiyip içmiyordu. Bir caniyi öldürmenin onları bu kadar etkileyebileceğini ön görememişlerdi. Cani de olsa bir yüreği söküp almak zor işti. Yaşar diz çöktü ve zemindeki kanı fırçalamaya devam etti. Diğer kardeşleri de etrafı temizliyor; sabunla karışık suyun yayıldığı zemini fırçalıyorlardı. Sabah ezanının okunmasına az kalmıştı. Ezan okunduktan sonra gün ağarmaya başlayacaktı. Neyse ki işleri bitmek üzereydi. Kırık sandalyeleri hemencecik sobada yakmışlardı. Ve odadaki, en azından zemindeki tüm kan lekelerini temizlemişlerdi. Duvardaki kan lekeleri azdı, hem onu da Necmi hallederdi. O sırada Necmi mutfağın kapısını açıp salona çıktı ve içeriye göz gezdirdi. Ardından ise dış kapıyı açarak ahıra yöneldi. Ve henüz dışarı çıkmasının üzerinden bir dakika geçmeden Necmi, kapıya nefes nefese bir şekilde dayanmıştı.

“ Ne oldu!?” dedi Yaşar, telaşla.

“ At, atı gitmiş. Yok! Ahırda yok.” Dedi Necmi, nefes nefese.

“ Nasıl olur? Ahır kapısı kapalı değil miydi?” dedi Yaşar, birkaç küfür savurarak.

“ Kapalıydı. Ama Hakkı atı hiçbir zaman sıkı bağlamazdı. Atının rahat hareket etmesini isterdi. Büyük ihtimal kavga gürültü kopunca havyan sesten ürkerek kaçtı. Neyse fazla düşünmeye gerek yok. O caninin ölümü kimsenin umurunda olmaz” Dedi Necmi, kendinden emin bir şekilde.

Yaşar birkaç kez daha küfrettikten sonra bu yeni sorunu düşünmek için başka bir zamana ihtiyaç duyulacağını söyledi zira şimdi ortalığı toplama vaktiydi.

 

Gün ağarmıştı. Sis yavaşça çekiliyor; yağmur bulutları ise kayboluyordu. Obanın yukarısından bir at başıboş bir şekilde geliyordu. Obanın çeşmesine kadar inip yalaktan epeyce bir su içen at kişnemeye ve tepinmeye başladı. Ancak bu sesler birkaç dakika sonra evlere tesir etti. Yavaştan atın çevresini sarmaya başlayan obalılar, Hakkı’nın atının tek başına gelmesini şaşkınlıkla seyrettiler. Normalde sahipsiz gelen atlara alışkınlardı aslında. Çoğu sarhoş atından düşer; atı tek başına obaya gelirdi. Sahibi ise birkaç saat sonra peşi sıra, topallayarak gelirdi. Ancak Hakkı içki içse dahi asla atını yalnız bırakmazdı. Ve çok iyi at kullanırdı. Annesi evden çıkıp ata yaklaştığında ise bir çığlık kopardı. Anne yüreği hemen anlamıştı. Hışımla ata sarılan anne, atın terli boynunu okşadı. At hiç durmaksızın koşmuşa benziyordu. Hala derin derin soluyordu. Anne bir çığlık daha koparıp ıslak ve çamurlu zemine yığıldı. Anne yüreği anlıyordu gerçeği. Ne kadar gecikmeli de olsa anlıyordu. O sonsuz ve karanlık acı annenin yüreğine; ardından ise tüm çevreye yayılmıştı. Çevresindeki insanlar pek etkilenmişe benzemiyorlardı. Çevrelerinde her daim oluşan saf sisin içerisinde beliren kara lekenin yok olması onları rahatlatmıştı. Hatta bazıları içten içe bu durumdan memnundu. Oysaki Anne’nin duyduğu acı adeta sis gibi yayılmıştı; ormanın dört bir yanına. Peşi sıra kopan acı çığlıklarla kıpırdanan doruk ormanı kendi içinde derin bir sessizliğe büründü. Ne bir kuş uçtu ne de bir böcek; ne bir yaprak kıpırdadı ne de bir ot. Her şey durmuştu. Zira bu çığlık karanlık ve soğuktu. Karşılığı yoktu. Çığlık tekrardan yankılandığında ise güneş tamamen yükselmişti.




[1] Gümüşhane tütünü : Sert bir tütündür.

[2] Sarcodon Imbricatus : Genellikle kirpi veya pullu kirpi olarak bilinen Sarcodon imbricatus, Thelephorales takımında bir diş mantarı türüdür.

[3] Cenik: Köy,şehir.

[4] Malva sylvestris:  İlkbahar ve yaz aylarında yol kenarlarında sıklıkla gördüğümüz , doğada kendiliğinden yetişen bir bitkidir. Asya’dan Afrika ve Avrupa’ya uzanan Malvaceae yani Ebegümecigiller familyasına ait 1500 tür ebegümeci bulunur.

Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar