Yedinci Kısım - II. Bölüm /Final

                                        GARBAGE FACTORY                                                                    


 





7.5 

Huzursuzluk,

tüm yuva teyakkuza geçmiş iken benim pasif bir şekilde karanlığın içinde yapayalnız ve sefil bir şekilde dikiliyor olmamı, en iyi tanımlayacak kelime olduğunu düşünüyorum. Nitekim Jason, yuvanın yakınında vuku bulan olayın öznesi olan avcıyı gözlemlemek için ayrılalı neredeyse üç gün oldu. Karanlık oyuğun içerisinde, arada aklına gelen fikirleri daha üst bir konuma sorma gereksinimi hisseden Fremont'u saymazsak yanıma uğrayan olmadı. Fakat meydandaki hareketlilik gözlemlenmeye değerdi. Üstünkörü verilmiş bir kararın ardından harekete geçen türdeşleri seyretmekten kendimi alamıyorum. Meydanda salgılanan heyecan ve merak duygularını küçümseyici bir duygu içerisinde hazmetmeye çalışıyorum. Nitekim o içi boş ve anlamsız salgıların ardında, deneyim etmeden bilinemeyecek acılar yatıyor. Her dışarı süzülecek olan grubun haklı ihtişamı, döndüklerinde mahal verecek hüzünlü sahnelerin adeta tezat görüntüsüydü. Acı olan ise grubun içerisindeki türdeşlerin, geride yitirdikleri hiçbir canı önemsememeleri idi. Zira her feda edilen can yeni bir  türdeşin doğumu için ödenmiş bir bedel sayılmasıydı. Bu tarz dogmalar ile akılları  zehirlenen avcı türdeşlerin hareket ve salgılarını gözlemlemek, hissetmek dayanılmaz bir suçluluk duygusu hissettiriyordu yüreğimde.


Meydanda oluşan her bir grup, başlarında bulunan takım liderlerinin talimatlarını itaatkar bir şekilde dinliyor, kanatlarını esnekleştirmek için harekete geçirip duruyorlardı. Fremont ise her bir liderin yakınına yaklaşıp hangi yönlere dağılacaklarını söylüyordu. Her takımın gideceği yön belliydi. Önceden belirlenen sınırların ötesine ulaşmak için yola çıkacaklardı. Çoğu geri gelmeyecekti.  Tüm bu karmaşaya tezat oluşturacak bir şekilde dikili duran Lahit ise tüm ihtişamı ile öylece duruyordu. Heyecanlı türdeşlerin pek dikkatini çekmiyordu. Lahit, yuvanın girişinden süzülen ışığı adeta emiyor ve geriye hiçbir şey bırakmıyordu. Yuvaya giren nadide ışığın hepsini sanki üzerinde bulunan sembolleri daha görünür kılmak için emiyordu. Anlamını dahi bilmediğimiz o harfler için ne gereksiz bir çaba! Belki o ışığı ruhlarımızı aydınlatabilmek için kullanabilirdik. 


Fremont, liderlere son talimatları verdikten sonra Lahit'in hemen yanı başında dikildi. Işığın etkisiyle hafifçe antenlerini titretti. Meydanda ise bir anda sessiz bir bekleyişe geçti. Bu bekleyiş özünde bir beklentiyi doğuruyordu. Yolculuğun temelini oluşturacak ilahi bir açıklama. Fremont bu beklentinin zirve yaptığı anı yakalayıp söze başladı:

- " Türdeşlerim! 

Bu ulu meydanın her bir köşesindeki salgıların özünü oluşturan heyecan ve merak duygusunu tüm içtenlikle hissediyorum. Görünürde  yuvaya besin getirmek amacıyla oluşturulmuş olan bu grupların yani sizlerin yalnızca bu amaca hizmet etmediğini söylemek isterim." dedi, Fremont. Sözlerine devam etmeden önce Lahit'e saygılı bir bakış attıktan sonra konuşmasına devam etti,

" Siz türdeşler, bu yuvanın kadim bir geleneğinin parçasını oluşturuyorsunuz. Dışarıya süzülecek, kutsal yuvanızdan ayrılıp hak etmeyenlerin dünyasına geçeceksiniz. Orada acı ve nefretten başka bir şey olmadığını göreceksiniz. Eltanin'in kutsal ışığını hissetmeyen her bir ölü ruhun bencilliğine maruz kalacaksınız. Ama korkmayın! Her biriniz kutlu bir amaç için uçacak ve döneceksiniz. Sizden bir önceki türdeşlerin keşfettiği toprakların az da olsa ötesine geçip yuvaya hem besinle hem de gelecek nesil için önemli bilgiler getireceksiniz. Bu zor yolda yanınızda sizi destekleyecek inançlı türdeşleriniz olacağı için çok şanslısınız. Nitekim onlara ihtiyaç duyacaksınız çünkü bu kadim yolculuk daha önce çıktığınız basit besin yolculuklarına benzemeyecek. Daha uzaklara uçacak ve keşfedeceksiniz. Her birinizin hasret ile ne beklediğini biliyorum. Ruhunuzu dindirecek ve antenlerinizi derinden sarsacak o salınımı hissetmek istediğiniz biliyorum!" dediği anda tüm bedenim buz kesti. Fremont ise vurguladığı sözcüklerin tesir etmesini kısa bir süre bekledikten sonra konuşmaya devam etti,

" Kraliçe, her daim sizinle. Şu an meydanda olamasa da, o eşsiz uykusunda bile sizleri önemsediğini biliyorum. Her birinizin çıkacağı bu zor yolculukta tüm ruhuyla size eşlik edecek, her daim yanınıza olacaktır. Zira bundan önce hep böyle oldu bundan sonrada böyle olacak!" dedi Fremont, coşkulu bir şekilde. 

Meydandaki avcı türdeş grupları ise adeta yerlerinde duramıyorlardı. Veda mevsimindeki kaide yaprakları gibi, hafif bir rüzgarın etkisiyle harekete geçmişlerdi. Fremont, bu rüzgarın yönünü çok iyi ayarlamış ve konuşmasının sonunu getirmek için Lahit'in yanından ayrılıp meydanın tepesindeki balkona doğru yürüyordu. Meydana tam hakim olan, bundan birkaç mevsim önce Kraliçenin konuşma yaptığı konuma geçerek konuşmasına kaldığı yerden devam etti,


"  Keşfettiğiniz yerleri aklınızda iyi tutun. Gördüklerinizi unutmayın ve besinin içeriğini dikkatli bir şekilde inceledikten sonra alın. Unutmayın ki her bir besin mutlaka yakınında başka avcılar barındırır. O yüzden çok dikkatli olun. Liderlerinizin emrinden çıkmayın ve bireysel hareket etmeyin. Son defa vurgulamak isterim ki bu kadim yolculuğunuzda, Kraliçenin bir vekili olan Efendi Greg," dediği anda meydandaki tüm yüzler ve antenler benim bulunduğum tarafa döndü. Gözlemlediğim minik deliğin önünden ani bir korku eşliğinde sarsakça gizlendim. Tüm meydan sessizleşmişti, Fremont kelimelerin keskinliğini ve etkisini hissetmiş olacak ki sözlerine ustalıkla devam etti,

" ve ben sizleri selamlıyoruz. Dönüş yolculuğunuzu, larvalarından yeni çıkan türdeşler ile bekleyeceğiz! Eltanin'in ışığı daima sizinle olsun!" dedikten sonra ani bir salınım patlaması yaşandı. Ve meydanda, liderlerin kanat çırpışlarından sonra gruplar büyük bir hızla yukarıya süzüldü. Curcunanın ardından ise meydanda geriye tozun içine adeta nakşedilmiş ışığın yansıttığı kelimeler kaldı...

Fremont ise tozun dağılmasını beklemeden, yanına gelen birkaç yardakçı ile özel kovuğuna doğru harekete geçti. Kovuğuna girmeden ise son defa tozlu meydana değil, benim bulunduğum odaya baktı. Aklından neler geçirdiğini anlayamadan gözden kaybolmuştu bile.


7.6


Rüzgar antenimi ve yaralarımı okşarken sessizce bekliyordum. Bulunduğum yer tehlikeden uzak ve güvenli bir noktaydı. Tek başıma bir kaidenin yaprağı üzerinde duruyor ve çevremi gözlemliyordum:

 Çevremdeki yaşam ağı, dahil olmamı istercesine beni kamçılıyordu sanki! Yaralarıma aldırmaksızın bu ağa katılmak için bulunduğum sütundan atlamamak için kendimi zor tuttum. Etkisiz kanatlarıma aldırış etmeden bu yaşam rüzgarına kapılmak; sporların,polenlerin ve birçok canlının arasında süzülmek için her şeyimi feda edebilirdim. Ama artık feda edebilecek hiçbir şeyim kalmadı. Bu karmaşanın içinde benim gibi sakat bir canlı için yer yoktu. Rüzgarın yarattığı birçok yoldan canlılar akın akın ilerliyor ve yaşam bulacakları herhangi bir noktayı açgözlülükle yokluyorlardı. Bu yaşam ağının özü karmaşaydı. Bu ağda bulunan canlılar yalnızca birbirlerinden yarar sağlayacağı canlılar ile iletişime geçiyordu. Yapraklardan yükselen enzim salınımlarını hissederken yüzümde her zaman ki gülümse oluşmuştu. Bu gizli konuşmaları benimde fark etmem ne büyük bir mucizeydi! Keşke yüksek ve görkemli kaidelerin arasında bulunan mikoriza ağından aktarılan bilgileri de anlayabilseydik. Bu ağın, yuvamızdaki tarım alanlarının üzerinden geçişine tanıklık etmemize rağmen içimizde kimse kaidelerin arasındaki iletişimine dahil olamamıştı. Burada tekrardan hayat bulan yaşamın ne de küçük parçalarını fark edebiliyordum. Oysa göremediğim ya da salınımını hissedemediğim farklı yaşam biçimleri çevrede cirit atıyor ve yaşama tutunmak için cinayet işliyor ya da konukçu arıyordu. Asalak canlılar ise yaşam ağının üzerinden adeta süzülüyor ve sömüreceği canlıyı arıyordu. Küçümseyerek baktığım bu canlı grubun içerisinde artık bende yer alıyordum. Nitekim olmayan kanatlarım ve bakıma muhtaç olan bedenim ile yuvadaki asalak canlıların arasına katılmıştım. Kendi kanatları üzerinde yükselebilecek türdeşlerin, bizler gibi sakat ya da bir grup yaşlı türdeş için hayatlarını tehlikeye atması gerekiyordu. Ve bu garipsenmiyor ya da fark edilmiyordu. Bunu 'yuva' için ya da 'Kraliçe' için yapıyorlardı. Birinde gerçek bir 'Türdeş' olmak için diğerinde ise 'yaşam' bahşeden bu yüce canlıya karşı kefaretlerini ödüyorlardı. Ne yazıktır ki ne ilkinde gerçek bir Türdeş olabiliyorlardı ne de ikincisinde yaşamlarının kefaretini ödeyebiliyorlardı. Zira Türdeş olabilmek için bir amaca  hizmet etmek gerekmiyordu. Bu yaşam ağında gözlerini açmaları zaten onları 'türdeş' yapıyordu. İkincisinde ise ölümü bile kendisinden uzaklaştıramayan bir canlı için yaşamlarını bir kefaret olarak sunmaya çalışıyorlardı. Bilseler de yapmaya devam ederler miydi hiç! Acaba bilselerdi devam ederler miydi? Bu düşünce zihnimi meşgul ederken yavaşça kaidenin dalından bir diğer dalına doğru inmeye başladım. 

Türdeşler ilk öğrendikleri an büyük ihtimal öfke patlaması eşliğinde ilk olarak ellerine ne geçiyorsa yok ederlerdi. Daha sonra suçlu bulmaya kalkışır eğer suçlu bulamazlarsa birini ya da  bir grubu suçlarlardı. Elbet bir suçlu bulunur ve cezası verilirdi. Ve son aşamaya gelindiğinde yani gerçekle  yüzleşildiğinde ise ne yaparlardı? Bunun iki türlü cevabı vardı: Ya Kraliçenin yani yüce varlığın yalnızca bedenen öldüğünü ve hala ruhunun onları sarmalayıp koruduğunu söylerlerdi. Ya da kudretli bildikleri bu ölümlü canlının bedenini yok eder ve sanki hiç var olmamış gibi yerine yani konumuna başka bir 'yüce' varlığı geçirirlerdi. Yüceleştirme işleminin ardı arkası kesilmeden nesilden nesile aktarılırdı.

Kaidenin en alçaktaki dalından aşağıya atladım ve yuvama doğru yola koyuldum. Yuvanın girişi ise hemen ötedeki kayanın arkasındaydı. Yürürken aklımı kurcalayan asıl soruyu düşünmeye başlamıştım:

Acaba yuvadaki türdeşler gerçeği öğrendikleri zaman hangi yolu seçecekler?

Hangi yolu seçerlerse seçsinler, her iki seçenekte de bir günah keçisi seçilecek ve hayal kırıklığına uğrayan güruhun tüm biriken öfkesini bu canlının üzerine boşaltması sağlanacaktı. Ve bu günah keçisi benden başkası olmayacaktı. Bu iç karartıcı düşünceler eşliğinde yuvanın geniş ağızlı girişinden içeriye doğru yöneldim.




7.7 


Işık meydanında neredeyse kimsecikler yoktu. Yardakçılar, avcı gruplar yuvadan ayrıldıktan sonra bir yerlere dağılmıştı. Sanki birilerinden saklanıyorlardı. Arada sırada yalnızca birkaçı gözüküyor sonra da kayboluyorlardı. Yuva, boş haliyle izbe bir mekanı andırıyordu. Gün ışığının Lahit'in üzerine yansımasından başka dikkat çekici bir görüntü yoktu.

Bomboş olan balkon kısmından odama doğru ağır ağır ilerlemeye başladım. Kraliçenin odasının girişinde, adeta bir put gibi dikilen Rich'in yanında Fremont duruyordu. Her zaman ki telaşından eser yoktu. Hareketleri yavaş ve ağırdı. Sanki birkaç gün boyunca hiç uyumamış ve hiç dinlememiş gibi bir hali vardı. Beni görünce saygıyla,

- " Efendi Greg. Bende sizi bekliyordum. Farkındaysanız" dedi ve boş meydanı gösterdikten sonra konuşmasına devam etti,

" Yardımcıların nerede olduklarını merak ediyorsunuzdur. Sizi son ana kadar bilgilendirmeme maalesef izin vermediler. Ama bugün sizi, onların toplandığı yere götüreceğim." dedi ihtiyatla, Fremont.

 Rich'e selam verdikten sonra konuşmaya başladım,

- " Avcı gruplar gittiğinden beri ortalarda hiç kimseler gözükmüyor. Belli ki önceden planlanan ve beklenen olaylar gelişti. Ayrıca ne Kraliçenin ne de benden izin alınmadı. Açıkçası bu görüşmeyi iple çekiyorum." dedim, kendime güvenerek. 

Fremont, söylediklerimin sanki hiçbir önemi yokmuş gibi sözlerine devam etti,

- " Acele etsek iyi olur. Toplantıları şimdiye bitmiştir. Efendinin sizinle görüşmesi için uygun bir zaman." dedi, Fremont. 

'Efendi' kelimesi duyan Rich kaskatı bir duruş sergiledi. Tehditkâr görünüyordu ama ilginç olan Fremont bizimle hiç ilgilenmiyordu. Onu rahatsız eden şey geçen zamandı. Her ilerleyen dakika ihtiyatı, kum saatinden akan kum taneleri gibi boş hazneye boşalıyordu. Sabırsızlığı perdelemek için sorumsuzluk gayesi altında hareket ediyor ve umursamaz davranıyordu. Ne tehditkârlık ne de keskin sözler ona işlemiyordu. 

- " Gidelim o vakit. Fakat gideceğimiz yere uçmayacağız değil mi? " dedim. 

- " Hayır, Efendi Greg. Eskiden tarlaların bulunduğu kısıma ineceğiz. Oraları yeniden düzenlediler." dedi, Fremont. 

Hafifçe kafamı salladıktan sonra Fremont, balkon kısımdan meydana inmeye başladı. Hızlıca Rich'e yanaşarak fısıldamaya başladım,

- " Beklenen oluyor işte! Bir şeyler planladıkları belliydi. Ne olursa olsun sakın yerinden ayrılma Rich! Bizim tek kurtuluşumuz Kraliçemiz." dedim, tedirginlikle.

- " Ama Greg seni resmen kurdukları bir tuzağın içerisine çekiyorlar. Ve sen yapayalnız bir şekilde gidiyorsun. Hem de tuzaklarının merkezine!" dedi hiddetle, Rich.

Karamsarlıkla iç içe geçmiş yüz halimin yansıtacağı en iyi şekliyle ona baktım ve,

- " Ben kararımı verdiğim anda tuzaklarının içerisine girmiştim zaten. Artık bundan kaçış yok. Ne yanımda beni koruyacak türdeş kaldı ne de vekiller. Hiçbiri kalmadı. Her biri önceden iyi planlanan hamlelerle yok olup gitti." dedim. Ve sonradan da tam dönüp gidecek iken,

- " Rich, ne olursa olsun buradan ayrılma. Sen daima sadık bir dost oldun." dedim, içtenlikle. 

Rich'in bu sözlerden sonra o kaba ve tehditkâr görüntüsünden eser kalmamıştı,

- " Dikkatli ol, Greg." dedi, sakince.

Bu vedalaşmanın ardından boş meydana doğru inerek, Fremont'u takip etmeye başladım.



7.8


Hatırlayamadığım kadar fazla tünelden aşağıya doğru inmiştik. Yuvanın bu kadar derin yerlere doğru indiğini bilmiyordum. Nefes nefese, altımda inmekte olan Fremont'a sordum,

- " Daha ne kadar ineceğiz? Hem ışığın ulaşamadığı bu izbe tünellerle nereye gidiyorlar?" dedim.

- " Az kaldı, Efendi Greg. Az kaldı." dedi Fremont. Ve inmeye devam etti. Yuvanın yüreğine doğru iniyorduk sanki. İndiğimiz tünellerin bir benzeri Robin'in bulunduğu kovukta da mevcuttu. Fakat onun tünellerinin duvarlarında işlemeler ve kabartmalar mevcuttu. Burada ise hiçbir şey bulunmuyordu. Yapılırken tek bir şeye dikkat edilmişti, sade ve işlevselliğine. 

Tünelin sonunda, hafif bir ışık belirdi. Fremont beni beklemeden tünelden dışarıya çıktı,

- " Hay aksi! Neden acele ediyorsun ki..." dediğim anda meydanı görmüştüm, yalnızca gördüklerim değil hissettiğim salınımlar da akla hayale sığmıyordu.


Dairesel şekilde dizayn edilmiş, sıralar şeklinde oyulmuş oturaklar tıklım tıklım doluydu. Aşağıya indikçe daire daralıyor ve bitiyordu. Bu dairesel oyuğun tam ortasında ise tepeden sıkıca bağlanıp aşağıya sarkıtılmış minik bir platform vardı. Platformun her bir deseni ilgi çekiciydi zira ne kadar eğrelti sütunlarından sıkıca örülerek hazırlansa da her bir desenin içerisinde ilginç taşlar bulunuyordu. Ve platformun üzerine, pek çabalamadan tutturulmuş, ucunda ateş barındıran kaideler mevcuttu. Meydandaki tek ışık kaynağı, platformun üzerinde duran türdeşe vuruyordu. Gölgesi, adeta duvarları sarsacak şekilde yansıyor ve dairesel şekilde dizayn edilmiş meydanın her bir noktasına ulaşıyordu. Türdeşin yüzünü seçmek olanaksızdı. 

Dairesel merdivenlerin görüntüsü o kadar etkileyiciydi ki birkaç dakika boyunca yerimden kıpırdamadan izledim. Bu merdivenleri taşlarla süsleme ihtiyacı hissetmemişlerdi. Ne bir süslemesi vardı ne de deseni. Beni etkileyen şey mimarisi ya da tasarımı değildi. Benim nefesimi kesen şey, bu dairesel merdivenleri dolduran kalabalıktı. Yuvada bu kadar çok yardakçının bulunabileceğini hiç beklemiyordum. Yanımda bulunan Fremont yavaşça söze girdi, 

- " Biz seslenişin sonuna denk geldik, Greg. O yüzden yardımcılar epey heyecanlı ve coşkulu." dedi,Fremont. 

- " Bu kadar kalabalık olduklarını bilmezdim! Ayrıca ne kadar da yaşlılar. Gençler, yaşlıların yanında azınlık kalmış." dedim, hayretle.

- " Genç nüfuz henüz az. Bu toplantılarda sarf edilen sözler genç zihinler için değil. Burada sarf edilen her bir söz, uzun bir bekleyiş ve sabır isteyen cinsten. Yeşermesi için olgun zihinlere ihtiyacı var. Ayrıca genç nüfuz eksikliği sorunu yakında çözülecek, Greg." dedi Fremont, yakında pupa döneminden çıkacak türdeşleri kast ederek. Bunları söylerken, meydanın ortasındaki platform, derme çatma bir makara sistemi yardımı ile yukarıya doğru hantalca yükselmeye başladı. Dairesel merdivenlerden bakanlar için kör noktada kalan, bir çıkıntıya doğru yükseldi ve tam hizasında durdu. Platformun üzerinden ise yalnızca biri indi. Bulunduğumuz yerden pek detaylar seçilemiyordu. Ortalığı kasıp kavuran salınımlardan da başka hissedilecek bir şey yoktu. Fremont'un yaşanan bu hadiselere daha önce tanık olduğu çok açıktı. Hiçbir şeye şaşırmıyor ve irkilmiyordu. Platform, çıkıntıya dayanıp sabitlendi. Birkaç türdeş ipliksi yapıdaki lifler ile platformu sıkıca bağladı. Fremont, bu yaşananları pür dikkat izlediğimi fark etmeden lafa girdi,

- " Artık zaman geldi, Greg. Artık tanışmanın zamanı geldi." dedi Fremont, tedirginlikle kıpırdanarak. Ve sözlerine devam etti,

 - "  Efendi Bernard ile tanışmanın vakti geldi, Greg. Artık vakit geldi." dedi Fremont, sözleri söylerken heyecandan gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Vücudu ise tir tir titriyordu. 








7.9


Uzun ve alevlerle aydınlatılmış bir tünelde yürümeye başladık. Yürürken birden bire bir şeyin farkına vardım: 

Buraya vardığımız andan itibaren Fremont artık bana efendi diye hitap etmiyordu. Bana karşı kullandığı sözler soğuk ve mesafeliydi. Bana karşı takındığı saygı maskesini yırtıp atmıştı sanki. 

Eskiden tarlaların olduğu bölgeden geçtiğimizi anlamak zor olmamıştı. Meydandaki hengameden dolayı fazla dikkat edememiştim fakat şimdi dar tünellerde ilerlerken tavanlarda beliren nemli toprağı hissedebiliyordum. Bu verimli topraklar ne olmuştu da tünellere dönüştürülmüştü? Bunu öğrenmek artık an meselesiydi. Büyük bir tehlikenin tam merkezine doğru savunmasız bir şekilde yürüyordum. 


Tünelin sonu, kocaman bir sütun yaprağı ile kapatılmıştı. Yaprağın üzerinde hiçbir süsleme veya belirleyici işarette bulunmuyordu. Sanki buraları tasarlayanlar zamanlarının çoğunu sadece dairesel merdivenlerin yer aldığı meydana ayırmışlardı. Meydana inen tünellerde ya da Efendi Bernard'a giden bu tünel de hiçbir süsleme yoktu. Kaide yaprağının önünde iki yardımcı türdeş duruyordu. Genç ve sadık bir görünümleri vardı. Daha önce onları hiç görmemiştim. Fremont, bana durmamı işaret ederek diğer türdeşlere yaklaşıp bir şeyler fısıldadı. Hiçbir şey duyulmuyordu fakat iki türdeşin suratlarının ifadesi her şeyi açıklıyordu. Beni tehdit olarak algılıyorlardı. Birkaç mırın kırının ardından, biri yaprağın köşesindeki minik açıklığı kaldırdı. Fremont bana hiçbir işaret  vermeden minik açıklıktan geçti. Bir an ne yapacağımı bilemez halde bekledim. Ta ki minik açıklıktan tekrar Fremont'un kafası belirdi,

- " Hadisene, Greg. Neyi bekliyorsun, Karanlık aşkına!" dedi Fremont, sabırsızca.

Tökezleyerek minik açıklıktan içeri girdim. İçeri girdiğimde ilk dikkatimi çeken şey kovuğu saran serin havaydı. Sanki derin bir kovukta değil de gökyüzünün altındaymışız gibi hissediliyordu. Fremont, fazla büyük olmayan ve desensiz kovuğun içerisinde duran tek bir canlıya doğru saygıyla ilerledi. Sırtı dönük olan canlı, arkadan görünümde bizden hiçbir farkı yoktu. Türdeşlerden biriydi muhakkak. Fremont fısıldaşmayı bitirip, kovuğun köşesine yöneldi. Sırtı dönük türdeş ise artık gizemli hallerinden sıyrılarak bana döndü. Henüz tepki vermeme fırsat vermeden yakınıma sokulup,

- " Demek bahsedilen türdeş sensin?" dedi Bernard, beni baştan aşağıya süzerek.

Bernard o kadar yaşlı gözüküyordu ki şaşkınlığımı gizleyemedim. Robin'den bile yaşlı gözüküyordu. Antenleri artık cansız bir şekilde gözlerinin önüne sarkıyordu. Vücudu ise yaşını adeta yansıtıyordu. İlginç olan, bu kadar yaşlı göstermesine rağmen hareketleri seriydi. Konuşurken adeta dibime girmiş, beni detaylı bir şekilde inceliyordu. Fazla yakınlıktan dolayı hafifçe geriye bir adım attım,

- " Evet, benim adım Greg. Yuvanın ve Kraliçemizin vekiliyim." dedim.

Geri adım atmam işe yaramamıştı. Bernard yine çok yakınıma gelip, karnımdaki iltihaplı yarayı göstererek sordu,

- " Karanlıklar aşkına! Bu yaranın açılmasına hangi canlı sebep oldu?" dedi Bernard, hayretini gizleyemeyerek.

- " Altı bacaklı bir Karartı. Kaynağın yakınlarında, uzun sütunların üzerinde yaşayan canlılardan biriydi. Neyse ki şanslı idim. Mücadeleyi ben kazandım." dedim, öz güvenle.

- " Ne yani! Bir Karartıyı alt mı ettin?" dedi, gülümseyerek.

- "Hayır." diye düzelttim,

- " Yalnızca kaçmak için iyi bir yol buldum, o kadar." dedim.

Bernard, bana oldukça ciddi bakmaya başladı. Bir yaranın, bir canlıya böyle bir cazibe katacağını aklımın ucundan bile geçirmezdim. Sessizce bakıştıktan sonra Bernard söze girdi,

- " Seni, seslenişimizin sonuna doğru görmek istedim. Yardımcılarım seni burada görmekten pek hoşlanmadılar. Bilakis ben seni burada görmekten memnunum. Doktrin'in gününü öğrenmeye seninde ihtiyacın var. Ne de olsa sende bu kutlu ana tanık olacaksın." dedi Bernard, hafifçe gülümseyerek sözlerini tamamladı,

" Karanlığın Doktrin'i açıklarken seninde orada olmanı istiyorum." dedi.


Bu itiraf karşısında sessizliğimi korudum. Evet, yardakçılardan bir çıkarma bekliyordum. Ama onlardan böyle kapsamlı ve inanç içerikli bir hareket hiç beklemiyordum. Sessizce son savunmamı oynamak için hazırlandım ve söze başladım,

- " Kraliçe eğer bu tarz bir girişimden haberi olursa ne yapar biliyor m..." demeden söze atıldı Bernard,

- " Fremont!" diye bağırdı aniden Bernard ve gözlerini benim üzerimden çekmeyerek konuşmaya devam etti, 

" Dışarı çıkabilirsin. Ayrıca dışarıdaki iki yardımcımı da gönder. Yakınımda Greg'den başka kimseyi istemiyorum." dedi Bernard, kontrolün kimde olduğunu hatırlatma gereği hissetmişti belki de.

Fremont, sanki hiçbir şey olmamış gibi sakince minik açıklıktan çıkarak gitti. Birkaç saniyenin ardından, sessizce huzursuz ve sıkkın salınımlar yayan iki türdeşi de yanında götürdüğü hissediliyordu.

Bernard sesindeki zalimliğin geçip gitmesini sessizce bekledi. Tekrardan yanıma yaklaştı. O sırada fark ettim ki gözleri net bir şekilde göremiyor. Dibime kadar girip gözlerimin içine baktı. Sanki gözlerinin çehresini, tedavisi olmayan bir hastalık sarmıştı. İnanç ile harmanlanmış bu hastalık hiç de geçici görünmüyordu. Hafifçe kıpırdandıktan sonra yavaşça söze girdi, şu an söyleyeceği sözleri tekrar tekrar çalışmıştı sanki:


  "   Kıvrımlı deniz kabuğunun ardında iki göz vardır,

      Bu çift göz her hakikati görmeni sağlar.

      Ta ki, Eyvah! Hakikatin gerçeği,

      Ellerine bulaşana dek! 

      O zaman, ne yaparsan yap

       İster zikir et ister isyan

       Hakikatin soğuk lekelerinden kurtulamazsın! " dedi Bernard.


Gerçekten etkileyici bir sahneydi. Nutkumun tutulmuş olmasını umursamayan Bernard, tekrar tekrar çalıştığı performansını düzgün sergilediğinden dolayı çok keyifliydi. Beni umursamıyordu bile. Sırtını bana dönmüş heyecanla, dar kovukta dolanıyordu. 

Bernard, Kraliçenin bedeninin yattığı kabuğu görmüş, öldüğünü idrak etmişti. Belki de benden önce bunu öğrenmiş ve hazırlıklara başlamıştı. Burada gördüğüm meydan bunun en büyük kanıtıydı. Çevremde gerçekleşen her türlü girişimden habersiz kalmış, kendi sorunlarıma gömülmekten, yuvanın kalbinde yeşeren tehlikeyi görememiştim. Bu yeşerme yozlaşmanın habercisiydi. Doktrinleri ve inançları vardı. Görünür de pek iyi bir lidere sahip olamasalar da hazırlardı. Yardakçıların harekete geçmesi ve başarıya ulaşması için lidere ihtiyaç yoktu artık. Zira Kraliçenin uzun süren hakimiyeti çoktan son bulmuştu. Onunla başlayan ve onunla bitecek gibi görünen inancı da karanlığa gömülecekti. Eltanin, yardakçıların ruhlarında yeşeren yozlaşmanın hedefi haline gelecekti. 

Konuşmanın pek yararı olacağı düşünmediğimden, yavaşça kovuktan ayrıldım. Ardımda ise Bernard, kendi kendine heyecanlı bir şekilde fısıldıyordu:

- " Zamanı geldi, zamanı geldi..." 


8.0


Fremont ve yanındaki birkaç yardakçının yardımı ile indiğimiz tünellerden çıktık. Işık meydanına geldiğimizde ise beni yapayalnız bir şekilde bırakıp, tekrardan tünellerine yöneldiler. Artık bu meydanın onlar için hiçbir önemi kalmamıştı. Ümitsiz bir şekilde boş meydandan balkon kısmına yöneldim. Rich hala Kraliçenin girişi önünde bekliyordu. Beni görünce hemen yanıma koştu,

- " Ne oldu Greg? Neler dönüyor yuvada!" dedi, heyecanla.

- " Durum beklediğimden daha kötü. Kendilerine yeni bir Doktrin yazmışlar. Yeni bir lider ve yeni bir meydan inşa etmişler. Artık Kraliçenin dayattığı gerçeklere değil, kendi gerçekliklerine inanmaya başlamışlar. Artık çok geç, Rich." dedim, ümitsizce. 

- " Ne yapacağız şimdi? Elbet bir plan düşünmüşsündür Greg! En kötü Kraliçeyi uyandırmalıyız. Belki..." 

- " Hayır! Kimseyi uyandırmak yok, Rich." dedim, dikkatlice. Ve düşünmeye başladım. Zihnimde filizlenmeye başlayan tehlikeli planı artık yok sayamazdım. Ve söze başladım, 

- " Bir fikrim var. Ama çok tehlikeli. Ayrıca ümitsiz bir çabanın ötesine geçemeyebilir de. " dedim, isteksizce.

- " Bu harika! Seyirci olmaktansa bir şeyler yapmayı yeğlerim. Ne kadar uçarı fikirler de olsa uygulamaya hazırım, Greg." dedi Rich, itaatkar bir şekilde.

- " Fikir, ümitsiz bir yolculuktan başka bir şey değil. Ve bu yolculuğa çıkabilecek dayanıklıkta yalnızca sen varsın Rich. Seni böyle bir tehlikenin içine atmak istemiyorum." dedim. 

- " Artık istesen de istemesen de tehlikedeyim. Zira, eğer bir doktrin yayınlanacaksa..." dedi Rich, düşünceli bir şekilde konuşmasına devam etti,

" bu meydanda yayınlanacaktır. Yeni bir hareket başlatmak için eskinin doğduğu yeri ele geçirmelisin. Ve eski düşüncenin tüm kutsal düşüncelerini ayaklar altına almalısın ki yeni fikir saygınlık kazansın." dedi Rich, dikkatlice ve net bir şekilde ifade etti,

 " Nereye gideceğim?" dedi, soğukanlılıkla.

- " Kuzeye. Hiç dinlenmeden uçmalısın Rich. Hiç durmadan uçmalısın ta ki kaynağı geçene dek. Kaynağı geçtikten sonra işaretleri göreceksin. Kocaman bir sütunun kökünde yer alan yuvanın girişini göreceksin. Ve orada yer alan canlıları." dedim.

- " Orada kimi bulmalıyım, Greg. Kim bize yardım eder ki?" dedi Rich, merakla.

- " Orada, yalnızca bir lider bulacaksın." dedim, heyecanla.

Rich ise söylediklerimde gözleri parlamıştı. Heyecanla söze başladı,

- "  Kimi bulacağım, Greg?" dedi, heyecanını saklamaya çalışsa da nafileydi. Şimdiden kanatlarını açma-germe hareketleriyle çırpıyordu.

- " Onu bulacaksın Rich. Onu bulamazsan geriye dönmeye çalışma. Eğer başarısız olursak buraya hakim olan şey hiçbirimizi yaşatmaz. Onu bul Rich! Jhon'u bul! Ve hızlı dönmeye bak. Kraliçeyi merak etme. O başının çaresine bakar, ona dokunamazlar." dedim ve Rich tüm hırsıyla havalandı. Ve haykırarak konuştu,

- " Onu bulacağım Greg! Dayanmaya çalış. Hayatta kalmaya çalış! Hayatta..." artık sesi duyulmuyordu. Hırsla havalanmış ve hedefine doğru amansız bir yolculuğa çıkmıştı. Artık yalanlara hizmet etmeyecekti Hakikati, yolculuğun sonunda elde edecekti. Ona, Kraliçe hakkında söylediğim yalanlardan dolayı suçluluk duysam da bu yaptığım hareketi hala mantıklı buluyordum. 

 Ardından ümitsizce fısıldadım,

 "Döndüğünde hayatta olmayabilirim..." 

Balkonda hafif bir toz bulutundan başka bir şey kalmamıştı. Meydan bomboştu. Balkon kısmı da bomboştu. Benden başka geriye kimse kalmamıştı sanki. Düşünceli bir şekilde odama doğru yöneldim. Robin'in sürekli tembihlediği şeyi, geç de olsa yerine getirmiştim; Seçimimi yapmıştım.

  

8.1


Hazırlıklar neredeyse tamamlanmıştı. Işık meydanı adının tersine karanlığa gömülmüştü. Yuvanın girişi daraltılmış ışığın içeriye süzülmesi engellenmişti. Lahit'in hiçbir harfi parlamıyordu, kutsallığı onu terk etmiş gibi görünüyordu. Uzun zamandır aydınlanan bu kutsal Lahit ve meydan karanlığa esir düşmüştü. 

Meydanın üst kısmından birçok sütun sarkıyordu ve meydana çok yoğun bir şekilde salınım yayılıyordu. Fremont ve yanındaki birkaç türdeş bu sütunları getirip yukarıya asmışlardı. Meydanın balkon kısmında ise üç minik sütun parçası dikilmiş ve uçlarına ateşi besleyecek karışım konmuştu. Kutsal gösteri sırasında ateşe kavuşacaktı. Fremont, tüm bu organizasyonu yönetmiş ve türdeşleri yönlendirmişti. Fakat bu türdeşleri gözlemlerken dikkatimi çeken şey ise birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Aykırı hiçbir hareket sergilenmiyordu. Bu hazırlıklar karşısında hiçbir hareket veya eleştiride bulunmadım. Zira tek başıma kalmıştım. Ne Robin'den ne Jason'dan ne de yuvadan yeni ayrılan Rich'den hiçbir haber alamamıştım. Bu yalnızlığımı gözlemleyen Fremont ise bana yakınlık duymaya başlamıştı. Onunda zihninde birtakım şüpheler kol geziyordu. 

Hazırlıkların bitmesinin akabinde Fremont yanıma gelerek antenlerini saygılı bir biçimde salladı. Tek antenimi ise bu duruma karşın hareketsiz bıraktım. Dayanamayarak sordu,


- " Alaca karanlıkta sergilenecek bu kutsal ayine katılacak mısın?" dedi, Fremont.

- " Benim bu ayine katılıp katılmamam artık hiçbir önem teşkil etmiyor. Kraliçemin yanında duracağım ve bu henüz kavrayamadığım ayine katılmayacağım. Hem söylesene, bu girişin kapatılması ve meydanın tepeden sarkan sütun parçaları da neyin nesi! Neyi kutsallaştırmaya çalışıyorsunuz ki?" dedim, öfkeyle.

- " Kutsallaştırdığımız bir şey yok! Zaten kutsal olana yöneliyoruz. Bunca zaman Aydınlığın dayattığı yapay hakikate karşı çıkıyoruz! Söylesene Greg, Aydınlığın bizi yanıltmasına devam mı edelim? Karanlık daima bizimle beraber. Ne bir zamanı var ne de azalımı. Her daim yanımızda." dedi, Fremont ve devam etti,

- " Ayrıca meydanda sarkan sütunlar salınım için. Nitekim artık Türdeşlerimiz görme kaybı yaşamaya başladılar. Yalnızca salınımlara yönelebiliyorlar. Salınımları artık o kadar kuvvetli hissediyorlar ki bunu görmekten daha önemli sayıyorlar." dedi, Fremont.


- " Peki ya sen? Sende mi karanlığa teslim olacaksın Fremont! Hala davranışlarındaki kuşku göze çarpıyor. Bernard'ın önderliğini yaptığı bu akıl almaz inanca hala kavramamışsın. Görme kaybının geri dönüşü yok! Bu yuvanın sonu olur. Gelecek nesillerle beraber korkunç bir kalıtıma yol açacaksınız, bunu öngörmemek aptallık!" dedim.

Fremont bu dediklerimi sessizce dinledi. Konuşmak için hazırlık yaptığı belliydi. Yüzündeki karamsarlığı koruyarak düelloya devam etti,

- " Eleştirilerini her zaman dinledim Greg. Herkes sana ön yargı ile yaklaşırken bile seni anlamaya çalıştım. Hala da seni anlamaya çalışıyorum. Bana söylesene Greg, bizim yaptığımız bu eylemin Kraliçenin yaptığıyla farkı ne? O Aydınlığı kutsallaştırırken Aziz Bernard Karanlığı kutsallaştırıyor. Bir sütunun üstünde ne yazdığını anlayamadığımız ve Lahit dediğimiz şu saçma şeyin önünde her gün dikilip durduk. Ayrıca görme duyusunu kaybetmek bana o kadar da kötü gelmiyor. Kraliçeyi ilk yuvanın yönetimini ele geçirdiğinde yaptığı en önemli değişiklik salınımın kullanımıydı Greg. Bu salınımlar eskiden yalnızca üreme bağlamında kullanılırken o bu salınımları stratejik konumlara yerleştirdi. Bu salınım haritaları sayesinde çevremizi algıladık ve yuvayı zenginleştirdik. Bir liderin en önemli kozu budur işte! Elindeki en önemli kozu makamı ele geçirmek için kullanır ve geçer geçmez bu kozu yuvaya sunarak etkisini arttırır. Daha sonra zamanın etkisiyle beraber yozlaşmaya başlar. Ama getirdiği bu yenilik yuvanın gelişmesini sağlar." dedi Fremont, sakince.

- " Ne yani, 'Görmemek' bizi ileriye mi taşıyacak" dedim, dediklerine inanamayarak.

- " Salınım haritamızı büyütecek. Ayrıca önce ki zamanlarda, kısa da olsa Aydınlığın etkisinin azaldığını gözlemlemiştik. Bazı zamanlarda Aydınlık gücünü kaybediyor. Ya bir gün tamamen gücünü kaybederse?" dedi, Fremont ve devam etti,

- " Karanlık bizi daha da ileriye taşıyabilir. Yuvanın dışında çok büyük tehlikeler boy gösteriyor. Avcı birçok canlı kol geziyor. Sürekli Türdeş kaybedip duruyoruz.Yerimizde sayıp duruyoruz. Aydınlığın hüküm sürdüğü zamanlarda avlanmak neredeyse ölümle eşdeğer." dedi Fremont.

Yavaşça bakışlarını meydana yöneltmişti ve dikkatini benden başka taraflara çevirmişti artık. Hala bakışlarında kuşku barındırıyordu. Artık dayanamayarak sordum,

- " Aslında sen gelişimi önemsemiyorsun Fremont. Görmek veya görmemek senin umurunda bile değil. Zira aradığın şeyler bambaşka yerde gizli. Senin aradığın şey inanç" dedim, ağzımdan çıkanlara inanamayarak ve dikkatle Fremont'a baktım. Artık bundan şüphem kalmamıştı, Fremont uzun zaman sonra anlaşılmanın getirdiği minnettarlıkla gözlerime baktı ve kelimelerini dikkatlice seçerek,

- " Evet, aradığım şey inanç. Barınmak, beslenmek ve üremek. Ah! Greg şu sıradanlığı kıracak bir güce ihtiyacım var! Zamanında Kraliçenin kutsallaştırdığı şeylere tutunmaya çalıştım ama başaramadım. Zira Kraliçe için kutsal tek şey kendisiydi. Türdeşlerin tepkisinden ürkmese şu Lahit'i bile kaldırırdı. Bunca zaman Lahit'in bilinmezliğini kutsallık sayarak iç geçirdim ama artık yeterli gelmiyor, Greg. Ben kuşku barındırmayan bir inanç istiyorum." dedi Fremont, kararlılıkla.


- " Yani sen yaşamına değer katmak istiyorsun.Peki ya bu Karanlığın kutsallığının zamanı ve etkisi azaldığında ne yapacaksın?" dedim, merakla.


- " Bilmiyorum Greg, şu yaşamda hiçbir şeyden emin olamadım." dedi Fremont ve balkondan aşağıya yönelirken sessizce sözlerini şu cümlelerle noktaladı,

- " Ve galiba hiçbir zamanda emin olamayacağım. Kuşku duygusunu beslemenin bedeli ağırdır Greg." 


Balkondan aşağıya inmiş ve derin tünellere yönelmişti. Beni tekrardan yalnızlığıma terk etmişti. Ve bu sefer, istemesem de Fremont'un düşünceleri karşısında mantıklı cevaplar bulamamıştım. Şu an tek yapabildiğim tüm bu yaşadığım anıları sütun yapraklarına geçirmekti. Robin'in verdiği nasihat yerine getirilmişti, tüm yaşadığım bu anıları sütun yapraklarına aktarmıştım. Ve Fremont'a söylemesem de ayini gözlemleyerek yazacaktım zira geriye bırakacağım bu anılar bütününün en önemli parçası olacaktı. Belki ilerde, beklenmeyen bir zamanda ortaya çıkacak ve okuyan türdeşin düşüncelerini değiştirecekti. Tabii o zamanlara kadar görme kaybını yitirmeyen türdeş kalırsa...




8.2



İnanmak isteyen bir topluluğa kızmak mantıksızdı. Anlamın sürekli yer değiştirdiği, zamanın boyunduruğu altında kalan çoğu şeyin değerini kaybettiği bu zamanlarda inanmaktan başka bir eylem düşünemiyorlardı. Değişimin temas etmediği hiçbir nokta yoktu. İnandıkları şeyin mantık içermesi gerekmezdi. Dayatılan mistik ögelerin veya ibadetlerin içeriği de önemsizdi. Önemli olan tek şey; bilinmeyeni açıklama gayretiydi. Ve bunu ancak yaratıcı açıklayabilirdi. 


Bilinmeyene karşı yaşamak zordu. Yalnızca beslenme, barınma ve üreme eylemlerinden başka şeylere de ihtiyaç duyuluyordu. Fakat en kritik nokta bu ihtiyaç duyulan şeyin/inancın zaman karşısında değiştirdiği biçimdi. Zamanın etkisine karşı duramıyordu. Değişimin esintileri, inancın sağlam gözüken duvarlarında gedikler açıyordu. Değişim kabullenilmeli idi, nitekim kabullenilmediğinde türdeşler onu yeniden biçimlendiriyordu. Zamanın lanetini yerine getiriyorlardı. Zamanın uşaklığı yapıyor ve ona hizmet ediyorlardı. Aslında başta Aydınlığa inanmamız bir şeyi değiştirmiyordu. Zira Aydınklık yalnızca göstermelikti, paravandı. Asıl ilahi güç Zamandı. Tüm türdeşler bu vakte kadar yalnızca Zamanın uşaklığını yapmışlardı ve yapmaya devam ediyorlardı.


Bu gece Işık Meydanı olağanüstüydü... Yalnızca bu olağanüstülük görüntüsüne has değildi; bu hissedilebilir bir şeydi, bu bir salınım tufanıydı. Meydanın dört bir köşesinden adeta yoğun salınımlar fışkırıyordu. Alevler, Türdeşlerin çoğu fark etmese de, balkona mistik bir görünüm sağlamıştı. Sütunların yaydığı salınım ve meydandaki Türdeşlerin yaydığı salınımlara karşı direnmek oldukça zordu. Bu heyecana kapılmamak için duyarsız olmak bile yeterli değildi. Bu tufanın getirisini düşündükçe umutsuzluğa kapılıyordum. Son zamanlarda kaygı ve umutsuzluk bir an bile olsun beni terk etmemişti. Bu kaygılarım beni planlı hareket etmeye zorluyordu. Bu 'kutsal' gece karşısında da hazırlıklarımı yapmıştım. Kraliçenin mabedine yani deniz kabuğunun içerisindeki kumun altına, benden geriye kalacak en büyük hazineyi gömmek için yer hazırlamıştım. Tüm anılarımı oraya koyacaktım. Zira ne Robin'in gediğine ulaşabilir ne de balkondan aşağıya inemezdim artık. Kendimi Kraliçenin odasına hapsetmiştim. Odanın girişine birçok öteberi ile baraj kurmuştum; derme çatma dahi olsa bende güven hissi yaratıyordu. Yuvanın gizli gözlem deliğinden rahatlıkla meydanı gözlemleyebiliyordum. Zaten görülebilecek pek bir şey yoktu. Tek belirli yer balkon kısmıydı geriye kalan her şey karanlığa gömülmüştü. Ama o karanlık adeta canlı gibiydi, karanlığın özünü oluşturan kalabalığı hissedebiliyordunuz.


Karanlığın sardığı bu engin suda bir kıpırdanma hissedildi... Derin tünellerin içerisinden bir Türdeş yaklaşıyordu. Onu göremiyor, birebir de hissedemiyordum. Bunu yalnızca kalabalığın ritmik bir şekilde artan salınımından hissedebiliyordum. Karanlığın özünde oluşan bu dalga hızla ve coşkuyla büyüyerek balkon kısmına doğru çarpmak üzereydi adeta! Ani duygu artışıyla farkında olmadan bende salınımlar salgılamaya başladım. Balkonda yer alan minik alevlerin arasında belirdi aniden; sanki karanlığın özünden bir anda düşmüş gibi görünüyordu. Şu anda yaşananları görebilen ender Türdeşlerden biri olarak şunu diyebilirim ki, bu an hissedilebilecek en kutsal andı ama görülebilecek de en acıklı sahneydi. Nitekim minik alevlerin sunduğu görüntü, meydanı kasıp kavuran salınım hissiyatının tam zıttı idi. Minik alevlerin belirginleştirdiği beden; zayıf ve yalnızdı. Bu Aziz Bernard' dı.








8.3


Karanlığın doktrini... Bu inanç ne de hızlı yayılmıştı buraya, kutsal kovuğa. Henüz tespit edemeden, kendine has bir topluluk oluşturmuştu. Nasıl onlardan bu kadar geç haberimiz olmuştu ki! Gerçi meydandaki çoğu türdeş hala görebiliyorlardı. Onlar için süreç daha yeni başlamıştı ve tüm bu çılgınlık başlangıcın şerefine hız kazanıyordu. Yakında hiçbiri göremeyecekti; ne ışığı ne de karanlığı. Karanlık dedikleri şeyi ışığın sayesinde fark ediyorlar ama onlar bunun farkında bile değil; ışık olmasaydı karanlık böyle anlam kazanamazdı. Ne kadar zıt görünse de bu inançlar birbirlerine bağlıydı. Fakat inananlar için bunun hiçbir önemi yoktu. Yalnızca inanç tazelemenin getirdiği enerjiyle hareket ediyorlar, yaşamlarına anlam katmak için çabalıyorlardı. Bir amacın peşinden gitmek neden bu kadar önemliydi ki? Zira zamanın sert rüzgarları karşısında hiçbir amaç duramazdı, onun karşısında hiçbir şeyin önemi kalmıyordu. Her geçen vakit inancın anlamı, ibadet şekli, imgeleri ve simgeleri değişiyor hatta bizler bile değişiyorduk. Ne çabuk sırt dönmüşlerdi Kutsal saydıkları Kraliçelerine, ne de çabuk unutulmuştu Lahit.  


Işık meydanı zifiri karanlıktı artık. Ne Lahit'in gizemi önemliydi ne de Kraliçe; burada önem arz eden bir tek Aziz Bernard'dı. Her şey kararsızlığın getirisiyle başlamıştı; yuvadaki avcı gruplarını göndermekle çok büyük bir hata yapmıştım. Her zaman olduğu gibi kelimelerin etkisine inanmış, fiziksel gücü önemsememiştim. Avcı türdeşlerin etkisi şu an elimde olsaydı her şey bambaşka olurdu. Ama ne yapabilirdim ki! Lanet olası Kraliçenin öleceği tutmuş ve bu bilgi yuvadaki başka canlıların eline geçmişti. Bu karmaşanın sonucu olarak önümde kaos uzanıyordu, Karanlığın etkisi altındaki kaos. 

Düşüncelerimi hızla sütun yaprağına aktarırken Aziz Bernard söze başlıyordu,

- "  Kurtulun dostlarım! Kurtulun tüm bu yanılsamalardan; ışığın yarattığı yanılsamalardan. Kurtulun düşüncelerin ağırlığından! İçgüdülerinize güvenerek yaşayın, yanılmadan ve düşünmeden. Yönünüzü en güçlü içgüdünüz olan salınımlarınız ile belirleyin. Ve esas alacağınız tek şey Karanlık olsun." sözleri adeta kaosu alevlendirmiş ve meydandaki salınım tufanını güçlendirmişti. 

" Ben sizlerin lideri değilim, dostlarım! Ben kutsal değilim, ben sizlerden biriyim." dedi Bernard. 

Tüm yalanların özünü belirlemek için bu sözcükler çoğu türdeşe yeterli gelmeliydi fakat kimse düşünmüyordu artık. Sözlerine devam eden Bernard, 

" Aziz ünvanı, yalnızca sizlere yol göstermek içindi. Onu siz bana layık gördüğünüz için edindim. İstemediğiniz zamanda bırakacağım. Kraliçe gibi sizi dişi salınımları ile kandırmayacağım! Sizlere gerçeğin özünü sunmak için geldim. " dedi Bernard. 

Geldim mi?! Kendini adeta ele veren bu kelimeleri sanki benden başka kimse fark etmemişti. 

" Tüm bu gerçeği sunmak için buradayım. Ve ilk gerçeğimi sunarak devam etmek istiyorum," dedi ve etrafındaki üç sütun parçasından birini yerinden sökerek meydandan aşağıya indi. Lahit'in tam önüne geldiğinde ise elindeki parçayı yere sabitledi. Lahit, sütun parçasından çıkan alevleri adeta yutmak için can atıyordu. Tüm harfleri parlamaya başlamıştı bile.

- " İlk gerçek şu ki : Lahit, anlamsız bir karmaşadır. Elime onun çevirisi geçti dostlarım ve bunu sizlerle paylaşacağım! İşte sizi kuşkunun içerisine atan metin dostlarım,

                                         
LAHİT
            

Tüm bu başlangıç bir sona doğru mu uzanıyor? Yoksa sonsuz bir döngüde akıp gidiyor mu ? 
 Belki de onun kudretini idrak edenler, onun yarattığı yapay düşlerde dolanıyor. Ya da hissettikleri tüm bu şeyler gerçek. Peki ya gerçek neydi? O da bir düş sonucu oluşmadı mı?
Tüm bu karmaşa, bir delinin zihninden geriye kalanlar mıydı? Yoksa bir Yaratıcının gücü müydü? Cevaplar hiçbir zaman var olmadı ama sorular daima zihnimizin derinliklerinde filizlendi. Peki ya bu düş gerçekten kusursuz muydu?

Güneş ve Luna ne için var oldu? 
Güneş ışığı aciz ruhlarımızı bağımlı hale getirdi. Luna ise bizlerden gerçekliği gizledi.Tüm bu sahte güzelliklerin arkasında kaidesi bozulmayan bir kötülük yattı. Tüm bu bağımlılıklar kovuğu terk ettiğinde çaresizce solmaktan başka çaremiz kalmayacak. Bizler birer bağımlı hale geldik ve bunun sonucunda birer sapkınlara dönüştük. Yanılsamaları oluşturan ışık ve karanlığın arasında sıkışıp kaldık.

Düş veya gerçek. Bunun artık önemi kalmayacak; Güneş ve Luna bizi terk ettiğinde, ruhlarımız bu aciz bedenlerden birer birer solup gidecek.







"Kafa karıştıran sözcüklerle ve şekillerle bezenmiş bir sütun yaprağından başka bir şey değil!" dedi Bernard ve tekrardan balkona yöneldi ve diğer iki sütundan birini alarak, benim gözlem yaptığım Kraliçenin odasına doğru yöneldi. Heyecandan kıpırdayamaz hale gelmiştim, oysa odanın girişi kapattığım yığıntının önüne koymuştu sütun parçasını. Alevler artık yığıntının önünde canlanıyordu. 

" İkinci gerçek ise Kraliçe uzun zamandır ölü!" dedi Bernard ve tüm meydandaki salınımlar kesildi. Bu soğuk kesintinin ardında büyük bir korku yatıyordu. Ne kadar artık itaat etmek istemeseler de Kraliçesiz kalmak nedir bilmiyorlardı; yine ve yeniden bir bilinmezliğin içine düşmüşlerdi. Trajikomik!

Ve yavaşça son alevli sütun parçasını alarak balkondan indi ve Robin'in derin tünelinin başlangıcı olan yere koydu. 

" Üçüncü ve son gerçek ise bu dehlizlerin altında yaşayan canlı bana Lahit'in anlamını çözdüğünü söylemişti. Ve bu Lahit'in geleceğimize ışık tutacağından bahsedip durmuştu. Tüm bu karanlığın özünü bir yana bırakmış ve ışığın yanılsamasını da benimsememe taraftarıydı. İnanabiliyor musunuz! Bizlerin inançsız kalmasını taraftarıydı! Robin'in yanıltıcı düşüncelerin altına girmemek, inançsızlara karşı ilk savaşımız olmuştu dostlarım. Beni bu yoldan vazgeçirmek için koz olarak Lahit'in çevirisni kullanmıştı." diye haykırmıştı Aziz Bernard, benim bulunduğum noktaya bakarak ve konuşmasına devam etti,

" Ama dostlarım bunu sonucunda olan ise Karanlığın özüne feda ettiğimiz ilk kurbanımızın Robin olmasıydı!" 


Ne! Nasıl yapabilirsin bunu! Neredeyse tüm inançlara sırt çeviren birini nasıl bir inanç uğruna kurban verebilirsin ki! Hem de görüp geçirmiş birini. Tüm yaşamını isyandan ve toplumdan uzakta geçirmiş, kutsallığına kapılıp hülyalar düşlemek yerine gerçeğin peşine düşen birini nasıl öldürebilirsin! Robin'i nasıl öldürebilirsin ki...

Bir süre yerimde gidip geldim. Robin'in kurban edilişinin şokunu atlatamıyordum. Lanet olasıca tekrar söze başladı,


- " Düşmanlarımız daima olacaktır dostlarım. Ama unutmayın ki bizim yanımızda " dediği sırada, yuvanın daraltılmış deliğinden meydana bir şey düştü. Bir yiyecek parçasıydı bu, daha önce gördüğüm bir yiyecek." 


Bu sözler söylenirken yuvanın girişinde minik hareketlenmeler başlamış, birkaç toprak parçası peş peşe aşağıya düşmüştü ve  oluşan boşluktan Jason'ın bedeni gözüktü. Bu durum kimsenin dikkatini çekmemişti Fakat Jason daha yuvaya giremeden büyük bir gürültüyle girişin olağan toprağı meydana düştü. Aziz Bernard ve çevresindekiler toprağın altında kalmıştı. Tozdan ve panik salınımlarından başka hiçbir şey görülmüyor, hissedilmiyordu. Ay ışığı yani Eltanin'in ışığı adeta tozu delip geçerek Lahit'in harflerine yansıyordu, aynı eskisi gibi. Sanki Eltanin ışığın kutsallığını korumak için elçisini göndermişti. Fakat tozun meydandan kalkmasıyla birlikte panik salınımlarının nedenini bende görmüş oldum ve akabinde çevremi korku salınımlarıyla buladım. Nitekim yuvanın genişlemiş rahminde bir elçi yerine kocaman bir avcı duruyordu; gerçek bir avcı; Şeytanın ta kendisi duruyordu!



 -Şeytan (Mantodea)




8.4



Şeytanın gözleri öylesine güzeldi ki... Ay ışığının yansımasıyla beraber gözleri aynı yıldızlar gibi parlıyordu. Meydanın salınım tufanından adeta şaşkına dönmüş bir şekilde çevresini gözlemliyordu. Ta ki ilk saldırıyı yapana dek. Korkunç tırpani* kollarıyla meydanda bulunan türdeşlerin üzerine birbiri ardına darbe indirmeye başladı. Toprağın altından çıkan çoğu türdeş ya yaralı ya da korkudan aklını yitirmiş haldeydi. Geriye kalanlar ise lidersiz kalmanın etkisiyle çevreye yayılmışlardı. Aralarından bazı kahramanlar çıkıyor ve amansız düşmana karşı saldırıyordu ama nafile! Kocaman kolları ve dikenli vücuduna zarar vermeleri mümkün değildi. Bu sahneler yaşanırken bana yalnızca izlemek düştü zira çıkış kapımı yığıntı ile kapatmıştım. Minik delik gözlem noktasından bu korkunç manzarayı yalnızca seyrettim. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir tepki göstermeden...

Toprağın altında kalanlar için artık her şey bitmişti zira şeytanın vücudunun neredeyse tamamı yuvaya girmişti. Lahit bile hafiften yan yatmıştı. Robin'in bir zamanlar tünelinin bulunduğu nokta toprakla kapanmıştı. Şeytan ise salınımların coşkusuyla iyice zıvanadan çıkmış, gördüğü her canlıyı biçmekle meşguldü. Yiyemeyeceği kadar çok yiyecek sarmıştı çevresini. Açgözlülük ve içgüdü ile hareket ediyor, daracık meydanda ortamı daha da toza bulamak için kocaman kanatlarını açıp kapıyordu. Tozdan pek etkilenmiyor ve avlarını kolaylıkla indiriyordu. Toza karşı hazırlıksız olan türdeşler ise saldırmaktan vazgeçip panik halde ölüm sıralarını bekliyorlardı zira tünellerin çoğu çöken toprak yüzünden kapanmıştı. Çevredeki yoğun korku/panik salınımları azalsa belki ortaklaşa bir şeyler yapılabilirdi ama nafile. Işığın,tozun ve salınımların dans ettiği bu korkunç manzarayı hareketsiz bir şekilde izlemeye devam ettim; aynı bir Tanrı gibi. Ne tepki verebildim ne de yardım edebildim. Yalnızca seyrettim; kullarımın işlediği günahların sonucunu. Ama hangi günah böyle bir azaba sebebiyet verebilirdi ki! Hangi Tanrı kullarını böyle cezalandırabilirdi? Bu tepkisiz kalmamdan dolayı büyük bir üzüntü ile deliğe sırtımı döneceğim sırada gözüme bir şey çarptı: Minik bir alevden yansıyan, tozun içerisinden bile görülebilen duvarda bir gölge oluşmuştu. Hırpani vücudu ile elindeki alevli sütun tutan biriydi bu. Arkasındaki Lahit'e dayanmış ve Lahit'in tüm harflerini parlaklık getirmiş birisiydi bu; vücudundaki korkunç yaralardan dolayı dermanı kalmamış bir kahraman... 
O kahraman Fremont'dan başkası değildi.


Şeytanın bir anlık dikkati dağıldı zira kasvetli ortamın tozu içerisinde; Ay ışığının dışında, ısı yayan bir ışık kaynağı daha keşfetmişti. Kocaman bir sütun yaprağının önünde dikilen bu aciz beden onun merakını cezbetmişti. Kanatlarını çırpmayı bırakmış ve çevresindeki ölü bedenleri bir anlığına unutmuş gibiydi. Bir süre alevin özünü oluşturan sihir karşısında büyücüyü seyretmeye koyuldu. Anlamlandıramadığı bu manzara karşısında ne yapacağını bilemiyordu. Bilinmeyene olan merak karşısında şaşırmıştı. Fakat şaşkınlığından sıyrılarak, kendisinin ve ondan bir öncekilerin ona miras bıraktığı ve onun hayatının devamını sağlayan avcılık içgüdüsüyle avına atıldı. Kahraman ise bu karşı saldırıyı beklercesine sakinlikle karşıladı ve elindeki alevli sütun parçasını sırtını dayadığı Lahit'e yaklaştırarak onu tutuşturdu. Meydanın üzerindeki hafif tozun arasında korkunç bir alevlenme yaşandı. Yıllar önce özenle sarılmış ve karışımlar sürülmüş Lahit alev alev yanmaya başladı. Kutsal ışığın perdesi artık alevlere teslim olmuştu. Yalnızca alevler içerisinde kalan Lahit değildi; Şeytanda alevlere teslim olmuştu. Kocaman kanatlarıyla toprağı ürkütmeye çalıştıysa da pek başarılı olamadı. Acı içerisinde girdiği rahimden çıkmaya çalıştı ama başaramadı. Meydanı saran koyu duman bulutunun içerisine adeta meteor gibi düştü. Alevlerin dans ettiği, dumanın boğduğu bu meydandan artık çıkış yoktu! Panik halde yığıntıya saldırdım ama yığıntıda kendimin geçebileceği deliği açmak çok uzun bir zaman alacaktı. Hızla gözlem noktamı kapatmaya başladım. Tavandaki minik delikler sayesinde hayatta kalabilirdim ama o deliklerin etkisi bu kara dumanın karşısında etkisiz kalabilirdi. Fazla zamanım kalmamıştı. Gözlem deliğini tıkayabilmeme rağmen duman içeri sızmaya başlamıştı. Vücudumun güçten düştüğü bu zamanlarda ölüme karşı yenilmekten başka bir yol gözükmüyordu. Hızlıca gidip gördüklerimi sütun yaprağına aktarmaya başladım. Dumanın iyice belirginleşip gücünü hissettirdiği ana kadar tüm bu kutsal ayini yazmıştım bile. Hem dumanın yoğunluğu hem de ısının artışı ile son çare olarak Kraliçe'den geriye kalan parçaların bulunduğu deniz kabuğunu tüm gücümle açmaya çalıştım. Hafifçe açılan kısımdan zorla içeriye girdim ve ardımdan koca kabuğun kapağını kapattım. Son gördüğüm bu manzarayla beraber karanlığın özüne kavuşmuş oldum. Vücuduma temas eden parçalarla beraber, dumanın oluşturduğu bir denize açılmıştım; kayığımız olan deniz kabuğuyla beraber engin karanlıklara doğru yola çıkmıştım bile. Amansız gözüken bu yolculuğa yani bilinmezliğe doğru akan bu duman denizinin üzerinde süzülüp gidiyorduk sanki... Hiçbir zaman aydınlatamayacağımız gerçeklere bir ümit ışık götürüyorduk. Aydınlığın özünü oluşturduğu bu yaşam düşümün sonunu karanlığın engin ve dumanlı sularında son buluyordu. Yeni bir düş müydü bu acaba? Yoksa karanlığın özünde her şey son mu buluyordu?

Kutsal ayini ve diğer tüm anılarımı yazdığım sütun yapraklarından daha başka kalmamıştı, düşüncelerimi son kez toparlayarak, minicik yeri kalan sütun yaprağına son kez cümlelerimi sıraladım:

Kutsal Lahit aslında meydandaki o sütun yaprağı değildi. Üzerindeki harfler yalnızca kuşkunun öneminden bahseden birkaç sözcükten ibaretti. Şimdi anlıyordum, geç olsa da anlayabiliyordum: Asıl Kutsal Lahit şu an benim yattığım bu deniz kabuğuydu! Geç de olsa gelecek olan türdeşlerin yuvadaki felaketten bulabilecekleri tek şey bu kabuktu. İçerisinde yer alan bedenler kutsallaştırılacak ve geriye bıraktığım tüm bu anı parçaları adeta rehber görevi görecekti. Sanki her şey önceden hazırlanmış, suni bir yapının üzerinde denenmiş ve onaylanmıştı. Türdeşlere yapay Lahit inancı aşılanmıştı. Zamanı geldiğinde gerçek bir Lahit ile karşılaştıklarında önemini kavrayabilmeleri için. Kraliçenin  kendi konumu için planladığı bu düşünceleri ancak şimdi anlayabilmek beni hüsrana uğratıyordu. Artık hüsrana uğramanın bir anlamı yoktu. Artık son yaklaşmış, bilinmeyene olan merakım korku ve şüphelerimle beraber doruk noktasına ulaşmıştı. Her uykuya daldığımda gördüğüm o düş sahneleri acaba gerçeğin kesitleri miydi?


Emin olduğum tek şey gördüğüm o düşlerin özündeki Karanlık yaşadığım bu fiziksel evrende bulunmuyordu. Burada diğer her şey gibi Karanlıkta yapaydı. Beni tek teselli eden yazdıklarımdı. Artık bu felaketten canlı  kurtulamazdım,  yaşamanın bir anlamı da kalmamıştı. Çünkü bu düşler diyarında bana biçilen her rolü oynamıştım: Türdeş, Kahraman, Vekil ve son olarak Tanrı. Benim adım Greg; hatalar yaptım ve günahlar işledim. Kuşku duydum ve aşık oldum. İtaat ettim ve akabinde isyan ettim. Avcı oldum ve Vekil oldum. Son olarak ise alevler ile tozun oluşturduğu gösteriyi seyreden ve buna kayıtsız kalan Tanrı oldum.


 Ben Greg; kendim olmak dışında her şey oldum. Aydınlığın ve Karanlığın illüzyonlarının sergilendiği bu düşler diyarında bana biçilen rolün sonuna geldim; sonsuzluğun arzulandığı bu son yolculukta yanıma merak ve şüpheyi alıyorum. Ardımda, bedenim de dahil her şeyi bırakıyorum, sonsuza dek...










                                                                  SON


                                 
20.02.2022
Pazar



















Yorumlar

Popüler Yayınlar